28 Temmuz 2011 Perşembe

(2) ŞEVKET EYGİ BEY’E TECDÎD-İ ÎMÂN MI LÂZIM?

  

Okyanus Ötesi Böyyük makamların onca hassas elektronik terâzîleri dururken, Şevket Bey ise almış eline ecdâdından kalma topu gidip gelmez bir kantar, ortalığı karıştırıp keyifleri bozuyor!
Üstelik de Okyanus Ötesi Böyyük Makamın bildiği nice hikmetleri, esrârı, dengeleri, istihbârâtı, dostlukları, anlaşma ve andlaşmaları, hesabları ve kitabları bilemeden! O Böyyük makam, Vatikan’a kadar dünyanın en az 130 böyyük merkezinin nabzını elinde tutarak yüzde hesabları yapıyor, hem de en son îcâd edilen âletlerle… Şevket Bey kim ki? O, “Özbek pilavının zerdeyle nasıl ekledileceğinin” tarifnâmesini daha “evrimleştirerek” yazsın; ve o, öyle mutfak işleriyle uğraşsın!…
%98 buyurulmuş ise 98’dir! Ne %99 ve ne de %97’dir… Böyyük Makam ne demişse odur, kıl kadar ölçü ve mîzân şaşmaz! O ölçülerin ne çilelerle ve ne kat’-ı merâtib edilen seyr-i sülûk-ı rûhânîlerle kazanıldığını Şevket Bey biliyor mu? “Kerâmet buyurdunuz efendim, siz böyle demişseniz aynen öyledir!” demeli ve susmalıdır! Artık Karşımızda Kestânepazarı vâizi hoca yok, sayıyla kendimize gelelim! El hayâ el edeb arkadaş!
Böyyük Okyanus Ötesi Makamın satırlarına devam edelim:
“-….. Peygamber Efendimiz, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim!” buyurmuşdur…….” (Küresel Barışa Doğru, 2002, s.98)
“- Din bu iken bazılarının yanlışlarına bakarak, ve biraz da kasıtla hep %2’Yİ DİN OLARAK TAKDİM ETMEK, DİNİ POLİTİZE ETMEK, BİR POLİTİK İDEOLOJİ OLARAK GÖRMEK DEMEKDİR Kİ, BU DA, DİNE KARŞI EN BÜYÜK SAYGISIZLIKDIR.” (A.g.e. s.98)
Şevket Bey dine karşı bu “en büyük saygısızlıkdan” en kısa zamanda vazgeçmeli ve der’akab tevbe edip gözyaşları ile taksîrâtını yıkayıp silmelidir… Bu da kâfi değil, İNSANI MÜRTEDD YAPAN “din düşmanlığından!” da hemen çark ederek daha büyük bir tevbe-i nasûh ile pişmanlık ızhâr idüp yeniden dine girmeli ve YAKLAŞAN ŞU HACC MEVSİMİNDE el çabukluğu ile hacc kuyruğuna yazılmalı ve haccını da yenilemelidir!
Tecdîd-i Nikâha ise lüzum yok, arkadaşımız zâten müzmin bekâr! İyi ki “hafîfü’l-haz olanlardan”, yoksa bir de nikâh şâhidi diye 2 recül veya bir recül iki nisâ kişi peşine düşecekdi! Üstelik direnir de, “belediye reisi adına” nikâh tanımam, “ille Allâh adına!” der mi der; ve işler daha da karışır, bu sefer Haltettin Haramânî Hazretlerinden fetvâ almaya kadar gider, çatallanır durur!. Rahmetli Davudoğlu Hocamız gibi 11 ay hapishâne ve 2 yıl Kırşehir mi, Çankırı mı neresiyse orada sürgün yaşamak da cabası! Bu yaşdan sonra o da yaş! En iyi bu… En iyisi “tecdîd-i îmân!” Bir gusül, birkaç tevbe, salavat-ı şerif bir okkalı kelime-i tevhîd, aşkıla bir dahî, şevkile de üçledi mi, mis gibi al sana yepyeni gıcır gıcır bir müslüman! Gerçi bunları hiç yapmasa da Nasıriyye Medresesine kurulan köprü gibi bir köprü bulup, oradan kolay geçiren üç cübbeliden birinin kara cübbesinin eteğine yapışıverse, gene sırâtdan da geçmiş kurtulmuş olur! Artık bu işler her “ferdin” %98’lik dînine kalmış!
Çünki Okyanus Ötesi Böyyük Makâmın fetvâsı aynen şöyledir:
“- Bu bakımdan, eskiden beri dinin politize edilmesinin karşısında olduk. DİNİN POLİTİZE EDİLMESİNİ DİN DÜŞMANLIĞI YAPMAK KADAR ZARARLI GÖRDÜK.”
Aynen öyledir, zirâ “hoşgörü-diyalog” religionunun zararına işleyen her şey, “dinin politize edilmesidir ve derhal ortadan kaldırılmalıdır!” Çünki o, “din düşmanlığıdır” ve aslâ ona hoşgörüden bir pay ayrılamaz, onunla diyalog aslâ câiz de olamaz!”
O.Ötesi B. Makamın bir başka fetvası da şöyle:
“-Şeriat, yalnızca İslâm’a hass bir şey değildir. Oysa ki Yahudi Şeriatı da vardır. Hıristiyanlık Şeriatı da vardır. Kitablarda vardır bunlar. Hz. Îsâ’nın “Ben Şeriatı yıkmak değil, tamamlamak için gönderildim” sözü İnciller’de geçmektedir.”
Okyanus Ötesinin bu satırlarında ne kadar hikmetli ve derin mesajlar var ki şöyle:
“-Şerîat! diye tutturan saygısızlar, o kadar şeriat sevdâlısıysanız, sanki başka (şeriat) mı kalmadı, onları neden hiç görmez ve onlara neden hiç iltifât etmezsiniz? Yahudi Şeriatı, Hıristiyan şeriatı, bunlar ne güne duruyor! Dîne saygısız ve din düşmanlarısınız, biraz dine saygılı ve din dostu olunuz! Olamazsınız, çünki “hoşgörü ve diyalog!” religionundan ve “papalık misyonundan” nasibsizlersiniz! Bu i’tibarla da dünyanın baş belâsı, huzursuzluk terörünün yandaşları ve kandaşlarısınız!”

(BİZDEN: Şevket Bey hep Kur’an-ı Hakîm’i değil, bozulmamış bir İncil-i Şerîf peşine düşmeli ve yeri göğü tarayarak bulmalı ve biraz da o Kitâb-ı Hakk’ı okumalıdır. Okyanus Ötesi demek ki o tahrîfe uğramamış İncil-i Şerîf’i bulmuş, veyahut bu gün eldeki bütün 4-5 İncil’i de Îsâ Aleyhisselâm Efendimiz’e Allâh Azze’nin vahyetdiği hakîkî İncil kabûl ediyor!!!)
Okyanus Ötesi, “Şeriat, dini yaşama biçimidir, Dinin kendisidir, bir bakıma dinin sosyolojik tarifi gibidir.” derken, sosyologların “din” dendiği zaman anlaşılması icâbeden ma’nâlara mevzuu tenzîl ediyor. 1973 tarih-i efrencîsinde Ankara İlâhiyyât Fakültesinde “Din Sosyolojisi!” diye bir dersden Prof. Taplamacıoğlu sınıfı imtihan etmişdi. Bu ders ile elde edilmek istenen, talebelerin İslâm telâkkîlerinin 15 asırdır gelen Son Şerîatı, Kitâb ve Sünnet’e göre değil, kabuklu Avrupa Haçlı sosyologlarının istediği kriterlere göre idrâk etmelerini te’mîne ma’tufdu..
Meselâ en mühim iki ana noktadan birisi, dinle laikliğin kabil-i te’lif ve bunun şart olduğu; ikincisi de, dünya işlerinin din ile değil, akıl ile idâre edilmesi icabetdiğidir. Çünki Rasulullâh’a bir sahâbî ziraat ile alâkalı sual sorar, Allâh’ın Rasûlü ise o çiftçiye “siz onu daha iyi bilirsiniz!” der… Ve artık, haçlı kuyruğundaki cümle fesâd şebekelerine gün doğar ve T.C. ilâhyapyat sosyologları da mal bulmuş mağribî kesilirler! Bu hikâyeyi bütün devlet, hükûmet ve dünyâ işlerine teşmil ederler!. Allâh ve Rasûlü’nün dünya ve hükûmet işleri ile alâkalı ne kadar emir, nehiy, helâl ve haramları varsa, bütün bunlar Şeriatdır ve keenlemyekündür!
Okyanus ötesinin fetvâsı gibi, “Şeriat, dinin sosyolojik tarifi gibidir!” Dolayısıyla Okyanus Ötesi Makâm-ı Mücellâ, ilk mekteb diplomalı olmasına rağmen “Din Sosyolojisi” babında da, İlâhyapyatçı gürûhu sol cebinden çıkaracak böyyük bir “bilim birikimine!” mâlik allâme-i cihândır!. (Şeriat, bu asırda ve bu mevsimlerde dinin sosyolojik ta’rifi gibiymiş, yarın veya birkaç ay, olmadı birkaç sene sonra, Darwin teorisi gibi “evrim” geçirip sosyomorfolojik, sosyofizyolojik, sosyoekonomik hatta sosyoolimpiyatografik bir yapıya da (evolüsyon) ile “tekâmül!” eylerse ve böyle gibi de ta’rif edilirse şaşmıyalım!)
Çünki “hoşgörü-diyalog religionunun” ana hedefi, İslâmiyyet dediğimiz Mutlak Dîni (düşüşe), ehl-i kitab denen yahudi-nasranî religionlarını (çıkışa) geçirmekdir! 15 asırdır İslâmiyyet’in Mutlak Hakîkât oluşu karşısında ezik büzük kalan ve aşşağılık ve suçluluk psikozu ile erzel-i ömrünü ikmâle çalışan kitâbiyyûn gürûhu, son ve nihâî çâreyi, bu “hoşgörü-diyalog” gözboyamasında bulmuş ve İslâm coğrafyasında da en mümbit ve zümrüt arâzîyi Okyanus Ötesi bülbüllerin şakıdığı çayır ve çimenliklerde ele geçirmişdir… Ve artık “geri dönüş intihâr olur!” noktasına kadar da hadd safhaya gelmiş bu bülbüller, sonuna ve son nefeslerine kadar “bu misyonu” devam etdirecek ve târihe de İslâmiyyet’in içinden çıkan en büyük muharrifler olarak geçeceklerdir…
Okyanus Ötesinden:
“-Ama yukarıda da belirtdiğim gibi, doğrudan doğruya idâre ile alâkalı mes’eleler, Şerîat’ın sadece %2’sini meydana getirir ki, bu da idârecilerin görevidir, öncelikle onları ilgilendirir. Toplumun her ferdini alâkadar etmez.” (Küresel Barışa Doğru, 2002, s:97-98-99)
İdâreciler idâre ederken, “Allâh’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendisidir” buyuran Kelâm-ı Kadîm’e îmân eden müslümanlar da, demek ki dâimâ idâre edilenler yani “en altdakiler” olacak; ve bir yandan da, o idârecilere, idâre edilenler olarak taban teşkîl edip dumanaltı veya paspas kalacaklardır! Tabii idâreciler de, Ankara bürokrasyası ve onları da idâre eden ve illüminatiye kadar varan ABD, Vatikan, Tel Aviv, Brüxelle ve Londra takımları…
Onun içün müslümanlığın %98’ini memleketinde bizzat yaşayan müslümanlar, %2’yi de “idarecileri” eliyle globalizmaya göre yaşadılar mı, işte nur topu gibi %100 din… Hem de bir din derken, üç dinden bir din! Artık daha hâla dinimi yaşayamıyorum ve Şevket Bey gibi “din elden gitmişdir!” diyen olursa, bu herifler hiç şübhe edilemez ki “dine saygısız ve din düşmanı!” fanatikler, Üsâme’nin teröristleri ve dünyanın baş belâlarıdır; ve onlara zırnık kadar “hoşgörü” gösterilemez ve onlara bir miligram “diyalog pastası” ve hele “Türkçe Olimpiyatlarının dilberlerinden!” bir saniyelik “söyleşi!” tatdırılamaz…
Ayrıca, “idâre edilen ferdler” şöyle demelidirler:
“-İdâre işi bizi ALÂKADÂR etmez, biz, “vatandaşlık görevimiz” icâbı dünyanın dört bir yanından tayyarelerle hava limanlarına koşar hatta Okyanus Ötesinin emriyle akın akın uçar ve ilk yarrık sandığa tıpış tıpış gider, dembokrasi sandığından oyumuzu besmele, hamdele ve salvele ile atarız ki, “hoşgörü-diyalog” religionu yaşasın!
Min gayr-i haddin bu iş, idâre edenlerimizin idârelerine “karışmak olacak amma!” biz de idâre etme işine küçük bir dembokratik katkıda bulunmayı, çok afvetsinler, Okyanus Ötesi Böyyük Makama ittibâen böyle bir iş olarak benimsedik işte! Böyyük Cumhuriyyet ve sonra da Dembokrasi imamlarımız bizi “sandık cihadı!” diye bu işin tiryâkisi (bağımlısı) eylediler! Anınçün o yarrık sandığa gidip, “siz, idârecilerimizsiniz, bizi idâre edin, buyrun size milyonlarca vekâlet! Donumuza kadar size teslimiz, kerhânelerde KDV’li karı satışlarına kadar her nâneyi yiyin, her yere bir heykel dikin, 12 yaş altındaki çocukların Din dersi öğrenmesi yassağına kadar dinimin îmânî, ibâdî, siyasî, iktisâdî, ictimâî ve hukûkî her şeyini (hoşgörü-diyalog) koalisyonuyla yasaklayın!”
Diyerek yan gelip yatmalıdırlar!
Ferdlerin işi en azamî buraya kadardır ve bir adım daha atarlarsa, idârecilerinin işine karışmış olur ve dini politize etmiş, ona “en büyük saygısızlığı” revâ görmüş; ve üstelik “din düşmanlığı yapmış!” da olurlar ki, nâr-ı cahîmdeki yerlerine hazırlansınlar!
Ve lâkin “idârecilerinin işlerine aslâ karışmaz ve uysal koyun olurlarsa!” Kitab, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyâs-ı Müctehidîn ile 15 asırdır önlerine konulan bütüüüün ahkâm-ı dîniyyenin %98’ini “sahâbiler gibi” yaşadıkları ve %2’lik kısmı da “ülül emre itaat” kânununa tevfikan “idârecilerine!” bıraktıkları içün, üstelik de ellerinde (hoşgörü-diyalog) hudud kapılarından alınmış “gönüllü hizmet vizeleri” olduğundan, doooğru Firdevs Cennetlerine!
Lâ teşbih, “papalık misyonunu” içine derin bir nefes olarak çekdin mi, korkma, ne yazsan cemaat yerrrr, hatta zemzem niyetine de içerrr!.. 15 asırlık ulemâ-yı şerîat, bizleri amma da korkutup cendereye sokmuş, anamızı ağlatmış!
Ey, Okyanus Ötesi! “Daha önceleri neredeydiniz!”
(Mâba’di var)

26 Temmuz 2011 Salı

(1) ŞEVKET EYGİ BEY’E TECDÎD-İ ÎMÂN MI LÂZIM?


Şevket Eygi Bey, (24.7.20119) de kaleme aldığı “Din elden gidiyor mu, gitdi mi” serlevhalı fıkrasında diyor ki:

“-DİN elden gidiyor mu, yoksa gitti mi?.. İşte cevap bekleyen çetin soru...
Din ve Şeriat elden gitti ama ism ve resm olarak bir şeyler kaldı.
Milyonlarca Müslüman bu durumun farkında değil.
Şöyle diyenler var:
Her yer cami ve minare dolu, günde beş kez. Yakındaki binaların camlarını zangırdatarak yüksek sesle Ezanlar okunuyor. Bu da gösteriyor ki, din yerli yerinde duruyor...
Böyle söyleyenler ikiye ayrılır:
İyi niyetli saflar ve cahiller.
Müslümanları uyutmak isteyen hin oğlu hinler.”

Bu “hinoğlu hinleri!” Şevket Bey yazamaz. Biz yazalım: Merhûm Necib Fazıl Bey Üstâdımızın “Denaat İşleri!” buyurduğu ve 1924’den beri Allâh’ın dinini tahrîf eden DİB denen yer… Arkadaşımızın böyle bir yerden ara sıra “Diyanet bu işe el atmalı ve düzeltmeli!” gibilerde istimdâdda ve beyanlarda bulunuşu, cidden üzücü. Çünki bu tenâkuz oluyor!
İkincisi de, ateist, cumhuriyetçi ve kemalist Prof mümtaz Soysal evvelki sene televizyonda Hollandalı Lagendikj ile kapışmış ve Hollanda’lı adam din hürriyetini müdafaa ederken, kamalist adamsa laiklik diye yırtınıyordu. Ancak büyük bir hakîkatı itirafdan da kendini alamadı ve noktasına kadar aynen şöyle dedi:
“- Diyanet İşleri Başkanlığı, dînin, cumhuriyet ilkelerine uygun olmasını sağlayan bir kurumdur!”
Şevket Bey bunu hiç unutmamalı ve Merhum Üstad Necib Fazıl Bey’in “Denaat!” dediği yerin nasıl bir “hinoğlu hin!” başı olduğunu açıkça yazmalıdır… Dembokraside, artık korkunun ecele fâidesi de kalmadı! Nasıl olsa can emniyeti yok! Öyle ise yaşadığımız her gün, hakkı söyleyip yazabiliyorsak büyük bir kâr!
Adamları isim isim ortaya koymazsak, yarın, yazdıklarımız silinip gidecek ve o “hinoğlu hinler” de bilinmediklerinden, zehirlerini kusmaya devam edeceklerdir. Büyük Akâid İmâmı Şeyhülislam Merhum Mustafa Sabri Efendi Hazretleri hep isim vererek muârızlarını sahneye sürmüşdür ki, millet-i merhûme zehir kusanları bilsin ve tanısın, onların şerrinden emin olsun istemişlerdir.
Allâh, Peygamber, Kitab, Şerîat ve Vahy düşmanları bu mukaddeslerimize olmadık hakâretleri veya yahudi tıynetliler de en sulandırıcı ve kalleş tahrifleri revâ görecekler, ehl-i sünnet muhâmiliğine soyunanlarsa ödlekçe sütre arkasından karavana atışlarla bunlara karşı, gûyâ müdâfaa hattı teşkîl edecekler! Gülünç…
“Evet ülke sathında on binlerce cami ve minare var ama vakit namazlarında, bilhassa sabah namazı vaktinde camilerde çok az cemaat var.
İyi de, arkasında namaz kıldığımız zaman, “şer’an imamlık şartlarını hâiz bir imamın arkasında namaz kıldım!” diyebileceğimiz birilerini biliyorsanız, verin isim listelerini de arkalarında iktidâ edelim!
Bir kere ve en başda sizin tabirinizle “hinoğlu hin!”leri metbu’ tanıyan adamlara “şer’an imam!” denileceğine dâir, evvelâ icâzetli bir Osmanlı âliminden fetvâ alacağız! Meselâ Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi Merhumdan! “O İrtihâl-i dâr-ı bekâ eyledi!” diyemeyiz, çünki satırları elimizde… “Diyanet, İslâmiyyet’in tarafında değil, düşmanlarımızın safındadır!” diyen, merhûmun bizzat kendisidir ve satırları da elimizdedir… (Bakınız, 15 Receb 1346, Yarın Gazetesi)
Büyük Mürşid Ali haydar Efendi Merhumun da hangi caminin şimal kapısından girip, ortalığı şöyle bir süzdükden sonra: “Secdeli kâfirler!” buyurduğunu, gidip, talebesi bir hocaefendiden bizzat dinleyebilirsiniz!
Namaz, beni, imam denen adamların  metbu’ tanıdıkları kelleler silsilesi ile, Allâh Azzeye mi çıkaracak, yoksa Çankaya’ya, oradan da Anıt Kubûr’a mı? (Anıt Kubûr’a, “anıt kabir” demek büyük cehâletdir. Zirâ orada bir tek değil, birden ziyâde kabir vardır (Gürsel-İnönü v.s.) ve kabir kelimesinin cem’i kubûrdur!)
“Camiye git!” derken, bunları iyi düşünüp “hinoğlu hinlere!” milleti bağlamanın âlemi nedir deyû düşünmek şartdır!? Milleti, kendisini bu uyuşmuş hâle getiren “hinoğlu hinler!”in önüne atıp, sonra da “din elden gitdi!” demek ne oluyor? Kurdun çobanlığına sürüyü teslim et, sonra da, yâhu sürü hergün eksiliyor diye ağla dur!
Vemine’l-garâib…


“-Müslüman halkın yüzde 90'ı namazı bırakmış.
Kılan yüzde 10'un kaçı camiye gidip cemaatle namaz kılıyor?
Din elden gitmiş!Gitmiş de Müslümanlar işin farkında değil.”
Derdimizi anlatamıyoruz! O zaman biz de başka frekansdan yazarız! Nerde gitmiş?. Fitne çıkarmayınız lütfen… Herşey yerli yerinde, din bütün her şeyiyle yerinde! Kitab okumuyor ve dünyanın kaç bucak olduğunu yıllardır öğrenemiyorsunuz gitdi! Sâdece dinin %2 kadarcığı belki yaşanamıyor!. Ne olmuş yani, o kadarcığı da olmayıversin, Kıyâmet mi kopar!.
 Demirel bile “236 âyet devlet ve laiklikle alâkalı, size 6400 küsur âyet kalıyor bu kadarı neyinize yetmiyor!” dememiş miydi?. Siz de bu Demirel içün “Demirel Müslümandır!” deyû bir yazı kaleme almışdınız! Geçmiş günler… Belki o yazınız içün tevbe-i nasûh ile tevbe de etdiniz muhaqqaq…
15 asrın ulemâsı “İslâm tecezzî kabul etmeyen bir bütündür!” demişse, ne olmuş yani? Onlar Kur’anı zaten iyi anlayamamışlar!. Bugün Global bir dünyada “Hoşgörü-diyalog” religionu geçiyor! Siz hiç Okyanus Ötesi hocaları ve müceddidleri hatta müctehidleri kaale almaz ve o muazzam ictihadlara yabanî kalırsanız, daha çooook geriden nal toplarsınız!. Bakınız asrın müceddidi ve hatta müctehidi Büyük İmam, Okyanus ötesinden neler ve ne hikmetli sözler sarfediyor, ömrünüzü boşa geçirmeyiniz ve o zâtın kitablarını gece gündüz hatmediniz!
Okumazsanız, şu satırlardan da aslâ haberiniz olmaz:
“- Dünya Dinleri Parlamentosu (DDP) yüzyılımızın en büyük ve son toplantısını 1-8 aralık 1999 tarihlerinde Güney Afrika Cumhuriyetinin Cape Tawn şehrinde yapdı. Bilindiği gibi (DDP) ilk toplantısını 1893 yılında Chicago’da yapmışdı. İkincisini ise tam 100 yıl sonra 1993 yılında yine Chicago’da yapdı. Bu toplantıya çeşitli din ve inançdan 8000 civarında kişi katılmış ve “Global Dünya Ahlâkı Beyannâmesini kabûl etmişdi.” (Küresel Barışa Doğru, 2002, s:118)
Hani Kâinâtın Fahri Aleyhisselâm “Güzel ahlâkı tamamlamak üzere!” gelmişdi… Okyanus Ötesi işine geldiği yerde hem bu hadisi diline dolar, hem de, kabukluların “Global Dünyâ Ahlâkı Beyannâmelerine!” bulanır! Zaten her cümlesi çifte standart…
Bu son toplantıda üç kişi çok meşhurdur ki bunları herkes tanıyor. Bunlar da Mandela, Tibetli rahip Dalai Lama ve Okyanus Ötesindeki ABD eyaleti Pensilvanya’da mukîm “Hoşgörü Cihâdının” Başbuğu!..
Başbuğ şöyle der:
“- Hiçbir şeye karşı cihad ilan edilmese de, mümkünse hoşgörü için cihad ilân edilmeli.” (Global Hoşgörü, Nevval Sevindi, 2002, s:90)
“Küresel Barışa Doğru-3” nam Kitabdan Mandela’yı okuyalım:
“- ….21. yüzyılın, çatışmaların değil de barışın egemen olması gereken bir yüzyıl olması için, dinlere ve dindar insanlara çok büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir. Bu bağlamda bu PARLAMENTONUN anlamı daha da büyümektedir.” (s. 118)
Dalai Lama ise, “dinler ve medeniyetler arası diyaloğun önemini vurguladı.” (s. 119)
Hastalığı sebebi ile toplantıya katılamayan “Okyanus Ötesi Hoşgörü Cihadı Başbuğu” Böyük zât ise, toplantıya “bir tebrik ve selamlama mesajı ve 2 adet tebliğ göndermişdi.” (s. 119)
Başbuğ’un bu tebliğinden okuyalım:
“- Öyle inanıyor ve ümid ediyorum ki, yeni milenyum, Batı’daki gibi korkulduğunun aksine, EN AZINDAN ÖNCEKİ ASIRLARDAN DAHA MUTLU, DAHA ÂDİL VE DAHA MERHAMETLİ BİR DÜNYA VA’D ETMEKTEDİR. EVET AYNI KÖKDEN GELDİKLERİ, AYNI TEMEL ESASLARA SAHİB BULUNDUKLARI, AYNI KAYNAKDAN BESLENDİKLERİ HALDE, ASIRLARCA RAKÎB DİNLER OLARAK YAŞAMIŞ BULUNAN İSLÂM, HIRİSTİYANLIK VE MUSEVİLİK ARASINDA BAŞLAYAN, HATTA ESKİ HİND VE ÇİN DİNLERİNİ DE İÇİNE ALACAK ŞEKİLDE GELİŞEN DİYALOG TEŞEBBÜSLERİNİN OLUMLU NETİCELER VERDİĞİ MÜŞAHEDE OLUNMAKTADIR. Yukarıda bir nebze temas edildiği gibi global bir köy halini alan DÜNYAMIZDA BU DİYALOG, MECBURÎ BİR SÜREÇ OLARAK GELİŞECEK VE SÖZÜ EDİLEN BÜYÜK DİN MENSUPLARI, MUTLAKA BİRİBİRLERİYLE YAKINLAŞMA VE YARDIMLAŞMA YOLLARINI BULACAKDIR.” (S. 122)

Evet hiçbir istisnâ yapılmadan “önceki asırlardan daha mutlu, daha âdil ve daha merhametli (!) bir dünyaya”, hem de asr-ı seâdet de dâhil 15 asırlık İslâm târihinin, üzeri çizilmekden bin beter suratına bevledercesine bir levmedişle, işte bunlar yazılabiliyor…
 15 asırdır İslâmiyyet gibi Mutlak bir hakîkatın hakîr gördüğü her nesneye ta’zîm ederek, “daha mutlu, daha âdil ve daha merhametli bir dünya kuracaksın!.” Kâinâtın Fahri Aleyhisselam’ın, Ashâb-ı güzîn’in, tâbiin, tebe-i tâbiîn, müctehîdîn ve etbâının ve binlerce âdil sultan, kumandan, velî, müceddîd, fakîh, mütekellim, müfessir, muhaddis ve mutasavvifin âciz kaldığı (hâşâ ve kellâ) bu işi, bu cenâbet herifler ve müşriklerle kafa kafaya verip halvet olarak becereceksin!.
 Bu, resmen ve alenen bütün dünyaya, İslâmiyyet gibi Mutlak bir DÎNİN, sulh, sükûn, seâdet, adâlet ve merhamet getirme hakîkatının mutlak bir inkârı ve bu mutlak DÎNİN acziyyet ve tek başına işe yaramazlığının da en münkir ve azılı noktadan höykürülüşüdür… Bunda zerre kadar şübhe etmek bile, aynı denâete rızâyı ortaya koyar; ve aynı inkârın tescilinden başka hiçbir delâlete de aslâ sâhib olamaz…
Kalbinde zerre kadar “îmân öfkesi” kalıp da bu işde redd, nefy ve aksül’amelini ortaya koyamayan her “ehl-i sünnet vel’-cemaat müslümanıyım!” diyen kalem sâhiblerine de, “eşşekliği kabul etmişliğin!” i’tirâfından başka hiçbir keyfiyet yakıştırılamaz!. Parti-pırtı ve geberiş hiçliğinden başka bir halta yaramayan şia şia oluş, fırka fırka, grup grup, cemâdât cemâdât oluş taassubundan kurtulamayan; ve “ben değil de yanımdaki adım atarsa ben de atarım!” hiçliğine ve özrüne kendini mahkûm eden adamların topu da, bu iblis dünyâsından da bin beter sahtekâr ve ödlek herifler dünyâsıdır...
Allâh Azze ve Celle’nin Mutlak, Mukaddes ve Muazzez DÎNİNDEN daha kıymetli varlığı olan hiçbir gizli müşriğe de, sözümüz yokdur ve olamaz…

 Siz, evet Şevket Eygi Bey, “din elden gitdi!” diyorsunuz, çok yanlış! Lütfen kitab okuyunuz, hem de çoook okuyunuz, meselâ Okyanus Ötesi Böyyük Zâtın satırlarını ta’lîm bâbında beraber biraz okuyalım:
“- Karşılıklı yakınlaşmayı daha da artdırmak için (papaya) müşterek projeler sundum. Bu cümleden olarak, mesela Harran’da bütün büyük dinlerin, bilhassa İBRAHİMİ DİNLER OLAN İSLAM, HIRİSTİYANLIK VE YAHUDİLİĞİN okutulacağı bir üniversite kurulsun teklifini yapdık. Bunların hepsini çok güzel karşıladılar. Ayrıca faydalı olabileceğimiz mevzularda yardımcı olabileceğimizi, mesela Filistin’e gitmek isterlerse, birlikde Kudüs seyyahati yapabileceğimizi iletdik. BU MÜLAHAZALARIMI KONSÜLDE DE İFÂDE ETDİM. Bunlar medyada yer aldı.” (Küresel Barışa Doğru 3, 2002, s:97)
Papalık Konsülüne kadar gir ve ifâde et!
 Oraya bir müslümanı geberse almazlar… İşte i’tirâf diye buna derler veya şecaat arzetmek!
Asıl, “Din elden gitdi mi gitmedi mi?” noktasına, aynı Okyanus Ötesindeki zâtın satırlarından okuyarak gelelim:
“- Müslümanlığın %98i, ferdin ve âilenin hayatını, toplumun uyabileceği temel ahlakî ve manevî değerleri ihtiva eder. Sadece %2’si devlet işleri ile alâkalıdır. Yüzde 98’i görmezlikden gelerek, buna İslâm demeden, siyâsetin ön planda olduğu bir zamanda, mevcut şartların etkisiyle, biraz da kasıtlı olarak %2’yi Müslümanlık olarak takdim etmek, hem yanlış, hem de %98’ze karşı saygısızlıkdır. Türkiye’de herkes o %98’i yaşayabilir. Yüzde 2’si idareye bakıyorsa, inanmış idâreciler de bu konuda nasıl davranmak gerekiyorsa öyle davranırlar. Yüzde 98 ki, bunun içinde Allâh’a iman, haşre iman, kitablara iman, peygamberlere iman, meleklere iman, gibi iman esasları; namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, hacca gitmek gibi İslâm’ın şartları, sonra bütün ahlâkî kaideler girer ve bu ülkede bunların hepsi yapılıyor. Hatta bunun içinde DİĞER DİNLERLE MÜŞTEREK OLDUĞUMUZ PEK ÇOK MESELE DE VAR. Bunları her ferd veya âile tek başına yaşayabilir ve buna kimse de bir şey demez. Ama kalan %2’lik kısım, daha çok idâreyi alâkadâr ediyor. İslâm’ı biraz siyâsî bir sistem gibi algılayanlara bakarak, %98’i bırakıp %2’yi İslâm olarak sunmak, ve sonra siyasî İslâm’dan bahsetmek, İslâm gerçeğine ters düşüyor……… insanlara saygılı olmak, misafire ikramda bulunmak, o kadar ki, Peygamber Efendimizin buyurdukları üzere, bir mümin kardeşimin yüzüne tebessümle bakmak, hatta bir kuyudan su çekip onu susamış bir insana veya hayvana vermek ya da yardım olarak yanındaki insanın kovasına boşaltmak, yollardan yolculara eza veren şeyleri kaldırmak… Bütün bunlar Şeriat’ın, Din’in gerekleridir. BUNLARIN BÜTÜNÜNÜ BU ÜLKEDE YAŞIYORUZ. Bunları bir ibadet neşvesi içinde yapıyoruz, Dinin emirlerini yerine getirdiğimiz şuuru ve neşvesi içinde yapıyoruz. DİNİN ASIL GÖRÜLMESİ VE GÖSTERİLMESİ GEREKEN YANLARI BUNLARDIR.”
Papa “cenablarının” dîni de böyle değil mi?
O zaman, “papalık misyonunun bir parçasıyım!” diyen herkesin de öyle bir dînin misyoneri olmasından daha tabii ne olabilir?
 Şevket Bey de, İslâm’ın %98’inin yaşandığı bir ülkede “Din elden gitmiş!” diyerek, dinin %98’ine hatta %100’üne bu kadar “büyük saygısızlıklar” içine düşüyor! Sanki Şevket Bey’in elinde suyun sertliğini ölçen çok hassas bir ölçü âleti gibi bir âlet var da, o âlet, dinin mevadd-ı ecnebiyyesini ölçüp gittiğini ve bitdiğini gösteriyor!.
Bu noktada Şevket Bey insâfa gelmeli ve âcilen ve tevbe kapuları kapanmadan tevbe etmelidir! Gelecek yazımızdaki fetvâ mu’cebince “din düşmanlığından!” tecdîd-i îmân zorunda bile kalacakdır!
(Mâba’di var)

14 Temmuz 2011 Perşembe

İSLÂMİYYET DIŞINDA “YEMİN” OLMAZ, “ŞEHİD” OLMADIĞI GİBİ…


İslâmiyyet’de “yemîn”, Kur’an, Sünnet ve icmâ’-ı ümmet ile sâbit bir (akid)dir; ve dolayısıyla “zarûrât-ı dîniyyeden” olup, ona, edille-i şer’iyye içindeki keyfiyeti ile inanmayan veya onda şek veya şübhe eden, bu Mutlak Dîn tarafından dinin hudûdu hâricine atılıyor, “Senin benim içimde yerin olamaz!” deniyor…
“Yemin”, lûgat ve ıstılâh ma’nâsıyla da kur’ânî bir kelimedir, tercümesi yokdur! Bazı ilâhyapyat, “ham softa kaba yobaz” ve denâet echelleri halt edip gûyâ tercüme edilebileceğinden bahsediyorlar, bu, aynı zamanda dangalaklık ve zekâ özürlülüğüdür!. Çünki kur’ânî olan “yemîn” kelimesinin içini Kur’an, hadis, icmâ’ ve müctehid imamlar doldurmuşdur… Bunun aynısını, ne başka herhangi bir religion veya dembokrasi ve ne de, hele hele bombokrasi doldurup vaz’edebilir!?.
Bu muhal…
Şehid kelimesi gibi, kelime-i tevhîd gibi…
Onun içün and denebilir, söz vermek, söz almak, laf sıkmak, atmak, küllemek, aldatmak, külâh geçirmek.. artık ne diyeceklerse! Buna “ritüel” de deseler olur. Lâkin bir müslüman kendi “yemini”ni ve herhangi bir Şerîat emir, yasak, haber, helâl, haram veya ruhsatını “ritüel” olarak aslâ ve kat’a diline ve kalemine alamaz, alırsa çok büyük halt eder! Bir iki gün evvel yazdık, bakıla!
İslâm’daki “yemin” tamâmen müslümanlara âid bir akiddir, bir cihetiyle de ibâdet... İslâm’daki nikâh gibi… Fıkıhdaki yerine de, nasibse temas edeceğiz…
İslâm’ın dışında olanlar bu “yemîne” inanmayabilir ve kendi religion ve tanrılarına göre and çekebilir; ve onların veya kendi tanrılıklarını ortaya koyan “nâmus ve şerefleri, akıl ve şehvetleri, nefis ve hevâları” v.s. üzerine and içebilirler! Hatta tapınak ve mozoleleri, kubûru (kabirleri) ve bir takım ruhları, doktrin ve ideleri adına da!
Ancak buna, İslâm Dîni “yemin!” demiyor… Yeminin yemin olması ve öyle telâkkî edilmesi içün, “edille-i erbaadaki” ma’nâ ve medlûlü taşıması şart…
Biz, İslâm dışındaki religion ve ideolojilere, doktrin ve sistemlere, ve localara göre “söz vermeye, and içmeye” karışamayız! Hemen dikkati çekeriz ki, religion mecâzî ma’nâdaki dinleri ifâde edebilir, mutlak ma’nâda dîn ancak İslâm! Güdümlü (hoşgörü-diyalog) cemaatlerine bulaştırılan “İbrâhimî Dinler!” ta’biri de, Mutlak ve Mücerred ALLÂH DÎNİ, HAKK DÎN İslâmiyyet’e karşı, içinde, büyük bir (ihânet) taşır; ve Hakk Dîn ile Bâtıl religionları müsâvî göstermeye ve zihinlere bu küfrü yerleştirmeye mâtuf iğrenç bir fitne ve tahrîf gezdirir…
Ancak bizim yemînimiz’e hakâret eden, tahfîf ve tahkîr edenlere buğz etmek bize vâcibdir (akâiddeki vâcib, hanefî fıkhındaki değil) ve “hadi ordan Allâh düşmanı soytarı!” der geçeriz… Dâr-ı İslâm’da ise buna cür’et etmek sıkar ve ona feleğini de şaşırtırlar! Çünki orası, adâlet, hukuk, sükûn ve edeb yeridir! Orada lâf ve ağız ishâlleri ile ortalığı kokutmaya aslâ müsaade ve müsamaha, hoşgörü, diyalog, monalog, kızları sahnelerde teşhir ve ve varyete artistleri gibi hayâsızca oynatmak ve meydanlarda boğazına kılçık kaçmış it gibi gaseyân ve hezeyanlarla ortalığı kokutmaya tehammül olamaz! O DÂR, bir nezâfet ve nezâket, edeb ve insanlık mekânıdır, orada bombokratik ahırlara bile aslâ rastlanamaz!. Oradaki ahırlar bile hayvânât-ı ehliyyenin en rahat nefes aldığı, hormonlama, kolonlama, balonlama, pompalama puştluğundan nâmütenâhî uzak, bugünün iliği sömürülen ins ü cinninin rüyalarında bile göremeyeceği kadar müreffeh, Halîfe-i Müslimîn Ömer Radıyallâhu anh Efendimizin buyurduğu “El adlü esâsü’l-mülk!” hakîkatını yaşatan, müslümanın gerçek vatanıdır!
Dâr-ı harbde ise lâf ve (ağız ishâli temel kânûnu) ana kânun olduğundan, herşey biribirinin içine geçmiş, “îmân ile küfür, hakk ile bâtıl ve mü’min ile kâfir” arasındaki çizgi aşındırılarak herşey yalama olmuş ve yalakanın eline teslim edilmişdir…
İşte 12 Hazirandan beri manzara bu…
Bir “yemin” lâfı ve ağız ishâli ki, adamlar sanki iki avuç sinâmeki yutmuşlar!
Amma da kokutdular ve ortalığı ayak basamaz hâle getirdiler, her yer vıcık vıcık!
Dembokratik bir kumar olan seçimden evvel, bütün Anadolu ve Rumeli’yi, biribirlerine olmadık köprüaltı kelimeleriyle hucûm ederek ufûnet bombardımanı ile tarayan parti pırtı kelleleri, seçimden sonra da aynı seviyesizliği devam etdiriyorlar!
Birisi, sanki kendisi ”yemin” yerine onun bunun “andıça!”sını ağzına almamış gibi öteki fırıldağa fırlatıyor: “Tükürdüğünü yalayacaksın!”
O Dersim’li ötekisi de, hakikaten “iki Silivri sivrisi andıça içmezse, biz de dört yıl andıça içmiyeceğiz, her bedeli de ödeyeceğiz!..” Yani yalamıyacağız deyu nâra atdıkdan sonra, dünyanın gözü önünde Maraş dondurması yalar gibi hem de şapır şupur yalıyor!. Yalarken de “Senin omurgandan kaygılıyım!” demez mi? Sanki kendisi sabah akşam dönerek ve laf ishalinden yan yatarak, kemik erimesinden osteoporoz olmamış gibi!. Seçim goygoyculuğu sırasında “ana…a….!” nânelerine kadar her türlüsünü yiyenler, şimdi üzerine andıça içip harâretlerini kesmenin peşinde…
Tencere dibin kara maskaralığı… İşte bunun adı: “Bombokrasinin ağız ishâli!”
Bunca kâzûrât ortaya boca edilir ve bu “ulus” da 24 saat bu hamûlenin arasında ve üstünde gezinirse, eve nasıl döner, üstünü başını nasıl paklar, zihnini ve gönlünü zift gibi necâsetden nasıl arındırır, üstündeki pislikleri çoluk çocuğuna bulaştırıp sıvaştırmadan nasıl durur, dehşet!
Büyük Müfessir Merhûm Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin buyurduğu gibi “İmtiyâz-ı Rubûbiyyet sınıf-ı ruhbandan parlömanlara geçince!” işte manzara!
Yeminmiş!
Çocuk oyuncağının bile bir ma’nâsı ve kıymeti vardır; ve onu samîmiyyetle sâhiblenen bir çocuk mevcuddur!. Burada ise, adına utanmadan ve İslâm’dan aşırarak “yemin” dedikleri ve “yemin”le zerre kadar alâkası olmayan o “and” denen nesneyi kalben sâhiblenen, bir tek kişi bile yok!. Mücerred düşmanına karşı politik tuzak kurmaya yarayan, cümleleri ve taşıdığı ma’nâsızlık ve saçmalığı içinde câhilî bir formalite…
Sâhibleniyor görünen bir kanat, sâdece bayat bir “piskevit!” kadar, büyük kanat ise, “Okyanus ötesinin gözyaşları!” kadar sâhibleniyor!
Kerhen dile alınan, orta malı olmuş, jakobenizma devirlerinin nostaljisi içinde bayat ve külüstür bir metin!
Pekkaka gürûhu ise, bir kanadıyla, yazdığı kitabda “tanrıyım!” deyen İmralı kralı adına olmayan bir andıçayı okusa, tanrısının gadabından korkar; diğer kanadıyla, “Dînimiz Zerdüştlük!” diyen Karayılan’ın religionu üzre and içmese, yılanın sokacağından eli ayağına dolaşır; bir üçüncü kısmıyla da, Marx atasının çullandığı kapitalizmanın içine ederek burjuva andıçasını içmezse, “bombokratik!” yağlı kemiklerinin kaçacağından ödü şeyine karışır!
Tam, câhilî bir bombokratik anarşi, terör, itiş kakış ve herc ü merc!
Ama onlar da tıpış tıpış gelip, maraş dondurması yalar gibi yalayacaklardır!
Kasımpaşalı Gemicikzâde Başkapiten Receb Paşa da, bu işin tadını çıkaracak!
Sonra da bunlar, bu aslâ inanmadıkları oyuncak seviyesine bile çıkaramadıkları o “andıça!”larını, göz küllemek üzre içip, kânun mânun, ana-avratyasa yapacak, “Allâh Azze’nin Rubûbiyyet makâmında artık biz varız!” diyecek ve sonra da, milletden ulusa (yahudice ulus, sürü demek) inkilab eden bu ehâli-i etrâk ve ekrât, mason Sülü’nün “müreffeh Türkiye’sine!” kavuşacak ve çoluk çocuğuyla güller gibi geçinip âtîye akıp gidecek!
Bu millet fenâ çarpıldı ve “ulus!” oldu… Şübhesiz ki, Osmanlıların “âhı!” çıkıyor!
%87 oy da alındığına ve Okyanus ötesi takımının ağzında “çok güzel bir seçim geçirdik!” ishâli hiç kesilmediğine göre, vardır bir hocfendi kerâmeti, rûhânıyyet ve nûrâniyyeti!
Himmeti hâzır ola!
“Re’sü’l-hikmeti mehâfetullâh” sırrını kalblere yerleştiremedin mi, yandı gülüm keten helva!. Sürünmelerden sürünme beğen…
“İmtiyâz-ı Rubûbiyyet sınıf-ı ruhbandan parlömanlara geçer,” sen de bunu tepeden tırnağa idhâl ederek cebren ve hîle ile milletin kafasından geçirirsen, yalama olmadık bir tek cıvata bulamazsın ve meydan yahudi saçından bin beter hâle gelir ve üstelik bu batışı çıkış olarak gören göz illetine de mübtelâ olur gidersin!
1928 senesinde, Ankara’da, bugün “Adım Kamal!” diyen vatandaşlarının 6 oklu şefokratik partisi, Osmanlı Şerîat hurûfâtıyla 60 sahîfelik bir kitab bastırır. Bu kitabın adı ve kapak resmi internetde de var, isteyen bulup baksın! Adını bir kere de biz yazalım: “TÜRKÜN YENİ ÂMENTÜSÜ!”
Hâşâ ve kellâ ve tövbeler tövbesi Yâ Rabb!
Evet, sene 1928… 83 sene evvel, yani o binbir ıstırab ve çilelerin çekildiği, nice ocakların söndüğü, nice evlerde yetim ve dulların âhû enîn etdiği harbden çıkdıkdan tam 6 yılcık geçince…
“Hâkimiyyet-i Milliyye Matbaasında!” tab’ edilmiş (basılmış!)
İslâm’daki “yemini” keenlemyekün kılan ve yerine, herkesde var mı yok mu, varsa ne kadar ve kaç miligram var, bilinmeyen “nâmus ve şeref üzerine!” kuru leblebi ile rakı içer gibi andıça içmeyi oturtan 6 okçu veya b…u, nasırlanmış ve kaşerlenmiş zevât-ı zerzevâtın “hâşâ” âmentüleri!
(İslâm’ın dışında âmentü olamaz, çünki âmentü kelimesinin de, yemîn, şehîd, nikâh v.s. gibi tercümesi yapılamaz! Bu da muhal, çünki onun da içini dolduran edille-i şer’iyyedir. Binlerce mefhûmu yamultup soyarak Şerîat’dan hırsızlamak da hangi südün icâbı ise!)
Okumaya tâkati olan, 1928 de basılan kitabdaki hâşâ ve kellâ “âmentü” dediklerini yani “andıça” yı buyursun:
“Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemâl’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına îmân ederim. (NOT:Hâşâ! Âhıret Günü mutlak olarak vardır ve hesâbı, en büyük ve nihâî hesabdır. Harb sırasındaki ağızlara, bir de 6 yıl sonraki kalblere bakınız!)
İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, (NOT: Hâşâ, hayrı rızasıyla, şerri adem-i rızâsıyla yaradan, Mutlak YARADICI ALLÂH Celle’dir!) büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamaset destanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine (NOT: Ancak mutlak var ve bir olan ALLÂH AZZE’dir!) ve Gazi’nin Allah’ın sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulûsuyla şehadet ederim.” (NOT: Son cümleyi yazan adam tam bir hezeyân gaseyân etmiş, o zamanlarda bir yandan “Türkün tanrısı Paşadır, Dini Kamalizmadır!” denecek, bir yandan da tanrı dediğini “Allâh’ın sevgili kulu!” olarak kaleme alacaksın, tanrıyı kul derekesine indireceksin! Bunları yazan şefokrasi meczublarına ne demeli!)
Bir müslüman olarak biz, buna mecâzî ma’nâda bile aslâ Âmentü diyemeyiz, çünki “âmentü” kelimesi de kur’ânî bir kelimedir ve dediğimiz gibi bunun içini de, 15 asırdır edille-i şer’iyye doldurmuşdur! Başka bir dilde tercümesi bile olamaz! Ancak, TÜRK Dil Kurumu Kurbağacasıyla bir kelime uydurarak belki ve meselâ “andıça!” diyebiliriz…
İşte bugün tam bir akıl tutulması ile “yemîn” deyû ağızlarına pelesenk etdikleri “andıça!”, hâşâ, “Yeni Türrkün Âmentüsü!” dedikleri o günki “andıçanın” bugüne akseden bir kopyasıdır!
Meclis reis-i çiçeği de (13.7.11) de, Anıt Kubûr’a çıkdı, çelenk ritüelini mozele ritüeline koydu ve defter ritüeline o “andıça!”nın en kısa hulâsasını şöyle yazdı:
“-Cumhûriyete ve demokrasiye sarsılmaz inancımızı tekrarlarken huzurunda saygı ile eğiliyoruz!”
“Türkiye şeyhler, dervişler, türbeler ülkesi olmayacakdır!”
Diyen paşaya, bu eğilmeler dünyada olsa belki bir işe yarardı… Ama şimdi  (eğilerek) yani rükû’ ederek muhâtab olmak, (eğilmek) ritüelini sürdürmek, çok tuhaf değil mi?
Demek ki “Dikleşmeyeceğiz ama dik duracağız!” diye atanlar, ve Kaptân-ı Deryâ Receb Reis düpedüz sıkıyorlar!. Eğilmeden dik dursan ve manzaran bozulmasa ne olur sanki! Paşa sana “Gel önümde eğil!” mi diyor başparlöman? Şimdi o, ne halde, senin eğilmenin o’na fâidesi var mı?. Âhıret hayâtının mutlak kânunlarına “bilâ kayd ü şart teslim olmuş, Allâh Azze’nin hâkimiyyetine, kayıtsız ve şartsız eğilmiş” bir paşa’yı, dünyadan hâlâ bir de siz rahatsız etmeseniz neyiniz eksilir?!
Bu gösteriş, ritüel ve yalakalıklar artık kabak tadı verdi! Kemiklerini sızlatıyorsunuz, âcilen vazgeçiniz, eğilerek hâtırasına karışmayın ve karıştırmayın!
(Tekrar hatırlatalım ki, o kamalizma religionunun ritüel mekânına “kabir” demek mücessem bir cehâlet eseridir! Zirâ orada 5’den çok kabir vardır ve cemi’ sîgasıyla “kubûr=kabirler” demek, elzem ve şartdır…)
Bize ne, artık biz, kimsenin religionuna ve ritüellerine cebren müdâhale edecek değiliz! Nasıl olsa bombokrasi almış başını gidiyor! Her kafadan bir ses, her çeneden bir ishâl, her eğilende bin maksad, her oy’da bin “oy anam oy!”
Bundan sonrasını, Çiçek, Günay, Arınç ve Receb gibi âbilerine abilerine oy verip bütün dünyevî ve uhrevî umurlarını onların vekâletine tevdi’ ve teslim ederek çiçekler gibi açıp bülbüller gibi şakıyan, ilâhyapyatçı, denaatçı, diyalogçu, dervîşân u devrilmîşân düşünsün!. Telfikçi, tetikçi, tüfekçi, arpalıkçı, olimpiyatçı, sahneci, varyeteci, hortumcu, hotozcu, takozcu, umreci, ritüelci, andıçacı ve bilmem neci ve neciler düşünsün!
Biz zaten %13’ün içinde bir virgül kadarcık olan cirmimizle “Hasbünallâhi ve ni’me’l-vekîl!” dedik ve “vekîlimizi”“kâlû belâ” misâkımızdan beri hiç dönmeden ve dembokratlar gibi sabah akşam kıvırtmadan, bir şeyleri asla yalamadan, eğilmeden, aynı îmânla tanıyoruz ve biliyoruz, o kadar!.
Bundan da, ne mozoleye, ne parlamentoya, ne de elâlemin andına veya “andıça”sına büyük bir zarar geleceğini kim söyleyebilir!?
Hem bu hamur daha çooook su kaldırır!
Yoğur yoğurabildiğin kadar ve yoruluncaya değin! Hatta son nefesine kadar!

12 Temmuz 2011 Salı

(2) ŞEVKET EYGİ BEYİN DEDİĞİ GİBİ YEMİN, BİR MÜSLÜMAN İÇÜN DÎNÎ BİR “RİTÜEL!” MİDİR?


Şevket Bey aynı yazısında devam ediyor:

“Medenî ve gerçekten demokrat ülkelerde kişiler kendi kutsal kitaplarına el basarak yemin eder.”

Kalbinde hakîkî kelime-i tevhid taşımayan bir insan kim olursa olsun onun “medenî!” olması aslâ düşünülemez… Allâh’a ve Âhırete îmân etmeyen bir kişinin kalb ve vicdanında, hakk, iyi, doğru ve güzel terâzisi olamaz. Bu terâzîden mahrum olanlar muhalled finnârdır ki, böyle bir insan ve cinne medenî demek mutlak hılâf-ı Hakk ve adâletdir… Mü’minlerin en aşağı noktasında olan, kâfirlerin en üstün bildikleri adamlarından nâmütenâhî derecede medenîdir…

“Gerçekden demokrat ülkeler!”

Tabiriyle dembokrasinin gerçeğinin olabileceğini zannedip onun reklâmını yapıyor ki, bir müslümanın dembokrasi reklamı yapması (Lâ ilâhe…) noktasında adamı uçuma düşürür! Elmalılı Merhum, “Allah’a imandan evvel küfre tövbe etmek şartdır, bu tevbenin de şartı, tâğûtları aslâ tanımamaya azmeylemekdir” buyuruyor ki, Müslümanların Âdem Aleyhisselâm’dan beri i’tikâdı budur. Dembokrasinin gerçeği hiçbir ülkede olamaz bu muhaldir. Zira Avrupa mütefekkirleri bile artık bu dembokrasi denen belânın bir “ütopya” olduğunu yazıp söyler olmuşlardır. Gerçek dembokrasinin ne olduğunu görmek isteyen, Irak, Afganistan ve dünyaya dembokrasi yutturan AB ve ABD’nin gerçek dembokratlığına bakar ve zerre kadar akıl, fikir ve vicdanı varsa manzarayı görür ve ağzına o dembokrasiyi almaya hayâ eder…

Arkadaşımız bu noktada huzur bulamayan hâliyle “Müslümanları uyarıyor!”

“Müslümanları uyarıyorum: Bir miktar dünya menfaati elde etmek, riyaset ve ün kazanmak, nefs-i emmâreyi tatmin etmek için her yemini yapmayınız. Şüpheli yeminler için gerçek ve icazetli ulema, fukaha ve müftülerden fetva alınız.”

Ve onlara yine “gerçek ve icazetli ulema, fukaha ve müftülerden fetva almalarını!” tavsiye edip akıl veriyor. Acaba kendileri hangi “gerçek ve icazetli ulema, fukaha ve müftülerden fetva” alıyor?. Böyle zevatı bulamayan ve bilemeyen milyonlarca müslümana işkence etmesin; ve hiç değilse bir tanecik zâtın adını versin ki, millet-i merhume sürünmesin, fetva ile amel etsin!.

Kendileri sık sık övdüğü dembokrasi içün medihkâr ifâdeler kullanmak câiz mi değil mi diye acaba fetva almış mıdır? Aldıysa, biz de bilsek ve o bombokrasiye dönen dembokrasi aleyhinde yazmasak ve tevbe etsek!. Büyük mürşid Merhum Ali Haydar Efendi Hazretleri beyimiz nazarında fetva vermeye lâyık idi ise, O Zâtın “Demokrasinin D’sini ağıza almak küfürdür!” dediğini Mahmud Hoca Efendiye gidip sorsun. Biz sütre arkasından mechule atış yapmıyor ve apaçık isim vererek ortaya çıkıyoruz! Elde fırsat varken geç kalmamalı, yarın o bir gün Hocaya emr-i hakk vâki’ olur da aramızdan ayrılırsa, o zaman Büyük Mürşid Ali Haydar Efendi Hazretlerinin fetvasının birinci elden şahidini kimse bulamaz… Biz kendisinden bizzat bu sözü duyduk! Lakin biz ikinci eliz ve mürîdân-ı Âhırzeman da dâhil, dembokrasi muhibbânı indinde Büyük Mürşidin senedi kabul edileceğimizi hiç sanmıyoruz…

Sorun Efendiler sorun! Sonra biribirinizi dembokrasi ve onun 15 parti-pırtısından hangisinin eteğine gireceğiz diye biribirinizin derisini yüzersiniz! Daha Hocaefendi sağken biribirinin ölü etini kemirenlerin bolluğundan geçilmiyor!. Ya o, Allâh Teâlâ muammer etsin, rahmetli olduğu zaman neler olur, dişler nasıl sivriltilip tırnaklar nasıl cilâlanır Allâh Azze bilir!

Şevket beye de biz, bunları sormasını ve araştırmasını tavsiye ediyoruz… Kendisi de bize bir Hoca ismi verse ne olur sanki?!

Diyor ki:

“Ehl-i Sünnet ve Cemaatte genel taqiyye yoktur.”

Bu ne demek acaba, genel (umûmî) takiyye ne demek? Hangi kitabda acaba “Umumi ve hususi takiyye” tabiri geçiyor!?. Veya hangi icazetli müftüsünden böyle bir fetva almışdır?. “İkrah-ı mülci” olmadan Ehl-i Sünnet’de aslâ takiyye yapılamaz. Nahl sûresinin 106. Âyetine Nasuhi Efendi Merhumun tefsirinden bakılırsa, “ikrah-ı mülci ve ikrah-ı gayr-i mülci” arasındaki farklar v.s. orada tafsilli anlatılmış, öğrenilebilir…

“Dine ve Şeriata aykırı bir yemini ille de yapmak zorunda ve mecburiyetinde iseniz, bu konuda bir zaruret varsa elinizde geçerli bir fetva ve ruhsat olsun.”

Amma güzelmiş be! Baktın ki Dine ve Şeriata aykırı yemini yapmak zorundasın, dolayısıyla vekillik, bakanlık, bilmem nelik koltuğu kaçacak, bul bir tane “icazetli (!) müftü” kitabına uydursun gitsin!. İkrah-ı mülci yok ise, bu takiyye nasıl bir rezillik olur ve bununla Allâh Azze mi, yoksa müslümanlar mı, yoksa da müşrikler mi aldatılacakdır; ve aldatanın şahsında “işte bunların dini böyle bir üçkağıtçılıkdır!” denildiği zaman, bunu dedirtenler, o zaman nasıl bir hind kınası yakacaklardır, câlib-i dikkat bir nokta!

“Fetva ve ruhsatı eline geçir!” sonra da hesab günü çıkar koynundan o ruhsatnameyi, “ben falan “icazetliden!” kapı gibi kağıtla geldim, bana kimse dokunamaz!” havaları at!

Bu hiç aklımıza gelmemişdi, bundan sonra kitabına uyduran “bir icazetli kapı!” da biz bulalım!

Yahu arkadaş, hangi icazetli ve aklı başında hoca, Allâh korkusundan tiril tiril titreyen bir zat-ı muhterem, böyle bir ruhsatname verir?. Rüşvetçilerin bile ortada vesikası yok!. Bu işin ruhsatnamesini veren adam kimmiş bir söyle! Allâhaşkına sütre arkasından yazma, çık ortaya, şu adam icazetlidir ve ondan fetva alın de…

Ayıpdır yahu! Milletle dalga geçmeyelim, bu nasıl Ehl-i Sünnet avukatlığıdır? Hangi avukat (muhâmî) böyle müvekkili ile dalga geçer?

Şu satırlar da dalganın en boğucusu:

“Ucunda maddî menfaat ve beşerî tatmin ve ihtiras olan bir konuda "Ben kendi vicdanıma sordum, olur olur dedi..." gibi fetvalar şer'î değil, şeytanîdir.”

O halt içün herifin kendine verdiği fetva şeytanî olacak, ama o kitabına uyduran “icazetli müftü” verince rahmânî olacak ve günahı da o icazetlinin boynunda kalacak!

Ucunda sadece “maddî menfaat, beşeri tatmin ve ihtiras” olsa!

Yahu icazetli hangi müftü, Şeriatı reddeden, Allâh Azzeyi nefy eden, herhangi bir adamın tanrılığına bağlı kalmanın lafını ve andını içen, bilmem kimlerin yapdığı beşerî ve delik deşik olmuş bir kitabı Kur’an-ı Azimüşşân’ın yerine oturtup buna sadakatdan ayrılmayacağım diye o dinin andını höpürdeten bir adama, nasıl ruhsatname verir?. Efgânî ve Abduh sağolsaydı, belki bir ruhsatname yan cebe inerdi, ama öyle kitabına uyduranları Şeyhülislam Sabri, Muhammed Hamdi, İskilipli Âtıf, Ahmed Zıyâüddin Gümüşhanevî, Muhammed Zihni, Ali Haydar Efendi Hazerâtı gibi hakîkî ulemâ arasında dünya yanıp yıkılsa kim bulabilir?

Bu “icazetli” adamda (icazetli demek, hoca silsilesi Kâinâtın Fahrine çıkan demek) hiç mi zerre kadar îmân ve İslâm kalmamış!. Kıçı kırık bir araba içün bile ruhsat almak, adamın şeyini meyini nasıl terletiyor!

Fesübhanallah!

“Muteber ve güvenilir fıkıh kitaplarımızda "Kitabü'l-eyman" (Yeminler bölümü) bulunur. Müslümanlar bunları okumadan yemin etmesinler.”

İş, şimdi de “icazetli müftüden!” muteber ve güvenilir fıkıh kitablarımızdaki (kitabül-eyman) bablarına kıvrıldı!. O bablarda yemin içün “ritüel” mi deniyormuş!

Ritüelse, fetvaya ve Kitab’ü-l Eyman bablarına ne hacet!?. Beşerin icad etdiği bütün yemin kılıklı (tövbeler olsun!) her halt zaten RİTÜEL!

Ritüele fetva ne gerek, Kitab’ü-l Eyman buna ne yapsın? Keenlemyekün onlar zaten ve Şeriat nazarında!

Adam vekil olacağım diye binbir fırıldak çevirmiş, yemediği nâne kalmamış, sonra da olmuş, sonra da fetva peşine düşecek ve bu da olmazsa şimdi “Kitab’ü-l Eyman” deyû kapı kapı kitab arayacak!

En sonra da, “bu iş beni imandan eder!” deyu basacak istifayı!

Yâ Rabb! Bizi bize bırakma…

“Zâlimlerin adına yemin edilmez.Kemalist ilahiyatçıların verdikleri fetvalar muteber (geçerli) değildir.”

Hele şükür!

Madem “Zalimlerin adına yemin edilmez!” O halde herifleri fetva, yok Kitab, deyu neye sık boğaz ediyoruz? Sadece zâlimlerin adına değil, zâlim ve ehl-i şirkin uydurduğu andlarla da müslümanlar yemin edemez… Onlar kendi inançlarına ve religionlarına göre edebilir, sana ne bana ne bundan? Haa onlar etdi diyelim, o zaman ne olacak?

İşte o zaman Tefsir Kitabını açacağız ve Merhum Elmalılı’dan okuyacağız:

“- (Meal): “bir mü’min hakkında ne bir yemin ne de bir ahid gözetmezler.” (Tefsir: “Yani hey’et-i mecmuasıyla Ümmet-i İslâmiyye hakkında da hiçbir hakk u ahid gözetmezler.”……………………………………………. “Hakikatde onlar için onların nazarında yemin denilen şey yokdur. Kalblerinde yeminin hiçbir hükm ü kıymeti olmadığından ağızlarıyla ne kadar yemin etseler boşdur, yemine riayet etmez, yemin bozmayı bir mahzur saymazlar. Yeminsiz oldukları küfürde bu kadar ileri gitdikleri tahakkuk ve tebeyyün etmiş bulunanlarla artık bir ahid yapmak imkansız olur. Bunlarla bir ahid yapabilmek yeminsizlikden vaz geçmelerine mütevakkıfdır.” (Tab’-ı evvel, Cild 4, s,2466-2467)

Bu satırların sıyak ve sıbâkına da bakmak lazım ki, yeminsizlikden onları vaz geçirmek nasıl olurmuş, bu işin çâre-i yegânesi ne imiş görülsün! Sâdece uçuklayacaklarla donuna kaçıracaklar okumasın!

Ve “icâzetli”, o mechul ANKÂ KUŞU müftümüzün evsâf-ı şer’ıyyesi:

“İlmi var ama namaz kılmıyor. Böyle bir kişinin fetvası da geçerli olmaz. İlmi var, namaz kılıyor ama reformcu... Bundan da fetva alınmaz.

İlmî ve fıkhî icazeti olacak. İtikadı düzgün olacak. Musalli olacak. Zâhid olacak. Muhlis olacak. Muttaqi olacak. Kullardan değil, Allah'tan korkacak. Tabakat-i fukahanın en alt derecesi olan müftülük derecesine haiz olacak. Böylesinin verdiği fetva ve ruhsata itibar olunur.”

Bu şartlarda müftüyü haber alamadığımıza göre, böylesini bul ve ondan fetva al demek, teklif-i mâlâyutak oldu demekdir; ve ankâ kuşumuz pırrrr deyip uçup gitmişdir!. Kitab açacak ehliyetde adam dese neyse… Heriflerin kendisi zaten, aylarca, belki de yıllarca evvel o andı içmeye niyet etmiş!. Onlar taa o niyet etdikleri zaman zaten hükmü yemişler!..

“İçmeyeceğiz!” diye keçileşenler bile nasıl tıpış tıpış gelip kafaya diktiler ve lıkır lıkır içdiler!. Onlara fetva al demek neyin nesi, Kitab’ü-l Eyman bul da oku demek kimin fesi! Bu şık da pırrrr dedi ve uçdu! Geriye ne kaldı, okuyalım:

“ İslam'a, Kur'ana, Sünnete, Şeriata aykırı yemin edecek olanlar, (şayet dindar Müslümanlarsa) tenha bir yerde iki rekat istihare namazı kılsınlar, istihare duasını okusunlar, hiç kimse ile konuşmasınlar, başka bir işle meşgul olmasınlar, beklesinler...”

Bu devirde tenha yer bulacak adam da onların arasından zor çıkar! Hele mazbatasını aldıkdan sonra… Etraf ve ahbâb u yârân öylesine çoğalıp sarıyor ki, kıpırdayıp dönebilene aşk olsun!

Gerçi istihare etmek içün de tenha yer bulamazsa ve istihare duasını okumayı and içme helecanından vakit bulup ezberleyemezse, şimdi “istihareci hocalar!” da imal edilmeye başlandı!. İstihâreyi onlara ihâle ederler!. O kadar süperleri de zuhûr etmiş ki, tek gözüyle uyuyup, ötekisiyle rüya kovalayanlar bile varmış!

Beklesinler ne demek?

Memleket KRİZDEN mi çekiyor KERİZDEN mi, belli değil! Kim kimi ve neyi bekleyecek?. Süper istiharecilerde beklemek de yokmuş, bunların filimleri banyo bile istemiyormuş!

Hem adamlar “yemin krizi ve kerizi!” soyundan mânialara çarpıp fıtık oldular, “tükürdüklerini yalamakdan!” mideleri kazınanlar bile var ve sebil!

Zinhar kimse bekleyemez! Yoksa maaş alamazlar!

Müfessir Merhumun dediği gibi “İmtiyaz-ı Rububiyyet sınıf-ı ruhbandan parlömanlara geçecek de!” adamlar tanrılıklarının tadını çıkaramıyacaklar! Olacak iş mi?

“Bu devirde, kişinin en fazla dikkat etmesi, üzerine titremesi, koruması gereken şey imanı ve İslamıdır.”

Aynen öyle, alâ re’si ve’l-ayn!

“Allah'a isyan konusunda yemin edilemez.

Böyle yeminler uğursuzluk ve şeamet getirir.

Bin türlü belâ celb eder.”

Bu dahî aynıyla hakk bir sözdür!

Bunca lagaluga etmemizin âlemi neydi, bu üç cümle yeter artardı doğrusu!

Dünyada başı belâdan kurtulmayan kaç mekân ve mahluk var acaba, hiç bunun istatistiği ile uğraşan yok! Hurraaa % 87 sandığa atlayıp dembokrasiyi yaşatmak içün oy da oy furyası…

Halîfe-i Müslimîn Abdülhamid Hân Cennetmekan, milleti sandığa sokanların kafasını, o sandıkla nasıl benzetmişdi ama! Şimdiki muhafazakâr ve diyalogsal ılımlılar, hem O Büyük Han’ı sever gibi yapıyorlar, hem de o yarık sandığı!

Nifak ve iki yüzlülük, çift şahsiyetlilik, hatta poli tik olmak, kalblerin motor yağı olmuş! İflâh olunacağına hiç ihtimâl veremem! Çünki bunlar tabiat-ı sâniye hâline gelmiş ve genlere çöreklenmiş!

Gitdi millet, geldi ulus!

“Eyemenliği korumaya!” nâmus üzerine içdiler! Akşam da bir başka türlü içerler, bir ömür böyle içerek geçer gider…

Hayat, yiyip içmek ve yatmak değil mi zaten!

Dünyaya neye gelindi? Efendim!

Eskiler Allâh içün gelmişler, bunlar da gâvura benzemek ve benzetmek içün!