26 Ağustos 2011 Cuma

(1) ŞEVKET BEY’İN “TEBRİK, SELÂM VE HÜRMETLER SUNUP ELLERİNDEN ÖPTÜĞÜ!” YER!



Şevket Eygi Bey 24.8.11 tarihli ve “Câmilerde sandalye ve tabura fitne ve bid’atı” serlevhalı yazısında böyle bir fitne ve bid’atdan bahsediyor ki, bu yazdığı çok doğrudur. Ancak yazısında bazı noktalara temas ederek bizim aslâ katılamıyacağımız çok garib fikirler de serdediyor. Okuyalım:

PROF. Osman Özsoy'un "Burası câmi mi, ortopedi servisi mi?" başlıklı yazısını (haber7.com) okudum... Bendeniz sona erdi sanıyordum, meğerse camilere kiliselerde olduğu gibi sıra/sandalye koyma fitnesi, dışarıdan tabure getirtme suretinde devam ediyormuş.
Bu işin kendi kendine olmadığını kesin şekilde bilmemiz gerekir.
Dinimizi değiştirmek, dinde yenilik yapmak, İslam'ı AB ve Feminizm standartlarına ayarlamak isteyen birtakım gizli, derin ve sinsi güçler mi yaptırıyor bu camilere sandalye doldurma işini?”
Bunda şübhe etmeyiz! Onlar isterler ama zor kullanacak halleri de aslâ olamaz. Bu isteklerine teşne şahsiyetsiz ve yalaka idâreciler ve sarıklı yamuklar gördüler mi, el oğuşturarak onları dümen sularında sürüklemeyi iyi becerirler! Hulâsa o “gizli, derin, sinsi!” denilen mahlûkâtın şehvetini, içerdeki kalpazanların omurgasız duruşu tetikler ve iştihalarını celbeder… Bu cürümlerin asıl mürtekibleri, Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerinin buyurduğu gibi içerdeki hoca kılıklı sarık ve cübbe altındaki resmî münâfıklardır!
“- Eskiden camilerde bugünkü gibi sandalyede namaz kılma yoktu. Sağlığı, secde etmesine mâni birkaç kişi oturarak kılardı. Sonra ne olduysa oldu, camilere sandalye, tabure, sıra doldurma modası, adeti ve furyası çıkartıldı.
 “- Diyanet'in muhterem fetva heyeti buna karşı çıkmasaydı belki de bugün camilerin arka mekanı kiliseler gibi sıralarla, sandalye ve taburelerle dolmuş olacaktı.”
Yaşasın, camileri kiliselikden ve haçlı seferlerinden kurtaran mücâhid Salâhaddin’in DİB denen orduları!!!
Bu paragrafıyla Diyânet denen yeri bir güzel tezkiye ederek orayı müslümanlar nezdinde yüceltip reklâm ediyor. Şevket Bey “Diyânetin muhterem fetva heyeti” diyerek, oranın, sanki “fetvâ” veren bir heyete sahib olduğunu küre-i arz yuvarlağına duyuruyor!
 Fetvâ nere DİB nere birâderim?! El insâf…
“- Namazlar, sandalye ve tabureler üzerinde kilise gâvurları gibi oturaklar üzerinde kılınmaz, biz müslümanız, bu güne kadar böyle soytarılık görülmedi, açın ilmihal ve fıkıh kitablarını okuyun, ya ayakda, ya oturarak yahut da yatarak namazlar kılınır!” demek, fetvâ mı olacak! Bunu, sıradan her müslüman söyler! Uyduruk ve DİB mahsülü olmayan her ilmihalde “hastaların namazı” bablarında bunlar 15 asırdır yazılmış durmuş!
 Şevket Bey “Diyânet İlmihali!” nâm uydurgaça da mı i’tibar ediyor yoksa? Açıp okursa, laik dembokratik bir dârı “emirul mü’mininin ahkâm-ı şer’iyyeyi tatbik eden idaresinde bir dâr olarak gösterip mes’eleleri de buna uydurarak izah etme ıkınışında bir reformizma çıkını olduğunu apaçık görebilir!
Tabii “tebrik, selam ve hürmetler sunup ellerinden öptüğüm muhteremlerin fetvâları doğrudur, öyleyse bu DİB ilmihâli de doğrudur!” gibi bir mantık yürütürse onu bilmeyiz!
 DİB denen yerin “fetvâsı!”
 Orası (DİB) yukarıda yazdığımız gibi demiş mi, diyebilmiş mi? Yoksa suyuna tirit yasak savma ve “tavşana kaç, tazıya tut!” kabilinden: “Hele başımızda dert çok, şimdilik bir de tabure, sandalye ve oturak zırıltısı çıkarmayın!” cinsinden mi demiş???
 Orası (DİB), sadaka-yı fıtır ilânına kadar zerre miktar şer’î bir mes’elede söz söyleyemez, keenlemyekündür! Çünki “biz, dinî değil, idârî bir birimiz!” diyor…
Yaaaa, işine, nerde, ne gelirse, ona göre münâfıkça dolaplar ve dolmalar! Oruç ayında oruçlu oruçlu yiyene…
O sizin DİB “muhteremleri!” aksini söyleyemezdi ki! Çünki Fıkıh ve ilmihaller 15 asırdır ortada! DİB, “sandalye ve tabureler üzerinde namaz kılınabilir!” deseydi, o zaman kuyruğuna nasıl teneke bağlanırdı bunu biliyor! Bu kabil müşahhas plandaki şeyler içün aleyhinde gürültü koparılmasını elbetde şimdilik ve birden istemez. O, îmânî ve usûle müteallık mücerred eksen kaydırıcı böyyük projeler ve planları tedric mettodolojisine göre “kitabına uydurmanın” peşinde!
Onlar, “dinde tedric esasdır!” gibi kavâidi hiç bilmez olurlar mı? Onlar işini bilir, 1924’den beri iş bitirmek içün kurulan bir yer, hiç işini bilmez mi?
 Onlar, ateist ve kamalist Mümtaz Soysal’ın bile dediği gibi “DİB’lığı, dinin, cumhûriyet ilkelerine uygun olmasını sağlayan bir kurumdur!” hakîkatine hiç ters düşebilirler mi?
Onlar, o elleri öpülen muhteremler, usûle müteallık ana ve temel meseleler üzerinde, Yardakoğlu diliyle “revizyonizme!” daha doğrusu reformizmaya gitmek “misyonu” ile muvazzaf muhteremlerdir! Eksen kaydırma mütehassısları!
 Onlar, Üstâd Necib Fâzıl Merhûm’un bir ömür “denâet işleri!” dediği yer…
Şevket Bey oradaki “muhteremleri!” içün bir yandan “feminizma, AB, Okyanus Ötesi ve bilmem ne adına hadisleri ayıklayıp atıyorlar!” diye çok haklı olarak gürültü koparıyor; diğer yandan da, bu ayıklama haltının milyarda biri kadarlık fürûatdan bir “makad altına oturak!” işinde yarım ağız “oturak olmaz!” dediler diye adamların “muhterem fetvâ heyetlerini!” göklere çıkarıp “tebrik, selam, ve hürmetlerini sunup ellerinden öpüyor!”
 Ve mine’l-garâib!
Turşuyla perhiz bile bunun yanında bin kere ma’sum kalır! Sabır, aşağıda (ber vechi âtî) arz edilecekdir efendim!
İşte yazısının son paragrafı:
(Diyanet'in "Din İşleri Yüksek kurulu" camilere sandalye konulması aleyhinde fetva vermiştir. Lütfen bunun metnini internetten çıkartıp okuyalım. Din İşleri Yüksek Kurulu'nu bu kararından dolayı tebrik ediyor, selam ve hürmetlerimi sunuyor ve ellerinden öpüyorum. Derin ve sinsi bid'at ve reform güçleri bu yüzden kurula diş bilemektedir.)
Fesübhânallâh!
Ehl-i Sünnet’in böyyük muhâmî kalemi (!) “DİB fetvâ vermişdir!” diyor da başka bir şey demiyor… Bilen bilmeyen de diyecek ki, DİB denen yer “Derin ve sinsi bid’at ve reform güçlerine!” karşı mücâhidîni barındıran muhkem Ankara Kalesi!!! Bin kere tövbeler!
Bir kere DİB fetvâ veremez! Şer’an, buna aslâ salâhiyyeti yokdur. Çünki Laik dembokratik bir rejimin, iktidâr partisine, o partinin başvekîlinin politikalarına el pençe divân duran “Tapu kadastro Umum Müdürlüğü!” gibi bir yeri, bir dâiresidir! O parti ve o partinin başvekîli, işine gelmeyen DİB’ını kulağından tuttuğu gibi fırlatıp atar ve Yardakoğlu gibi eşşekden düşmüşe çevirebilir! Revizyonist adamın hâl ü pürmelâlini bir hatırlasanıza muhteremler! Sarık cübbesini çıkarıp pirinç ayıklar gibi hadis ayıklama ustası GÖRMEZ Bey’in gövde-i şerîfine geçirirken bir ağlamadığı kalmışdı!
  Müesses laik dembokratik düzenin kânunlarında da “fetva müessisesi ve işi!” diye bir hukûkî ve kânûnî makâm ve mevki yokdur! Devlet, “iftâ” müessesesine temelden karşıdır; ve onun kökünü kurutmak üzere vücûd hikmetine sâhibdir. Şeyhülislâm Hazretlerinin yazısından aşağıdaki iktibâsımız okununca çok iyi anlaşılacakdır…
 Birâderim, adamlar barbar bağırıp duruyorlar: “Biz, sünnî bir makam değiliz, imamlarda sünnîlik şartı aramıyoruz!” diye… Yardakzâde’nin beyanları ne çabuk unutuldu. Başvekil Kasımpaşalı Receb Tayyib Paşa Hazretleri Bağdad sefer-i hümâyûnunda “Biz ne sünnî ne şiiyiz, biz müslümanız!” deyu cihâna arz-ı şecaat eylemedi mi?
Gene “İmam-Hatibli” ulemâ-yı benâmdan ve mürîdân-ı Haltettiniyye’den ol Hazret-i Şehriyârî (!) 10 Muharrem’de: “Sünnilerin Caferîlere, Caferîlerin sünnîlere üstünlüğü yokdur!” deyû arz-ı ictihad-ı cümhûriyyede yani “teşehhîde” bulunmadı mi?.
O zaman böylesine bir başvekile bağlı, onu metbû’ tanıyan bir DİB, tutacak sünnî (Hanefî) usûl-i fıkhına göre fetvâ verecek!
Gel de Erbakan gibi yürekden bir “aboooooooo!” çekme…
 Bir-iki üst ceddimiz “Âlem-i kevn ü fesâd içre emâneti taşıyoruz!” derken, bu güne göre bin kere daha kirlenmemiş dünyada kimbilir ne acılar çekmişlerdir!. Biz tabakhâne kokusuna öyle bir alışdık ki, bu ufûnetin olmadığı yerde baygınlıklar geçiriyor ve ayılmak içün de o kokunun koklatılmasına ilâc gibi sarılıyoruz!
Tevbe Yâ Yabbî, elimizden dilimizden, kalemimizden, mürekkebimizden, divitimizden, hokkamızdan akıp coşan şunca günahlarımıza.. Hem de mübârek Ramazan-ı Şerîf’in son on günü içinde!
Yâ Rabbi bizi aklımıza ve îmânımıza mukayyed kıl!
Şevket Bey bununla da kalmıyor, o DİB denen yerdekilerin “fetvâsından!” o kadar mütehassis olmuş ki, onlara “tebrik, selâm ve hürmetler sunar, ellerinden öperim!” diyerek, bir güzel de takbile müheyyâ ağzını şeylerle telbis ve telvis etmeye kadar işi vardırmış!
Yâ Rabb, bu milletin yazarına da okuyanına da, cümlemize de, akıl, fikir, muhâkeme, vekâr, ihlâs, îmân, iz’ân, ferâset, i’tidâl, tefekkür, tevâzünât, şecaat, ve şerâfet ihsân eyle…
DİB denen yer fetvâ makâmı değildir; ve aslâ da olamaz. Şerîata her müdâhalesi keenlemyekündür ve haddini aşıp tuğyân etmekdir. Çünki İslâmiyyet’e âid olan bir “iftâ müessesesini” kendine mâl ederse, müthiş salâhiyyet azgınlığı (tuğyânı) içine girmiş olur. Halt edip, hakîkâtı bâtılla bulamış (telbis etmiş) olur… Bu ise, şer’an iğrenç bir tuğyân ve dalâlet ve Şerîat-ı Garrâ’ya terörist saldırısıdır…
 Gölge etmesinler, başka ihsân istemiyoruz!
Maaşlarını alıp sarık cübbe dedikodusu, kadro, maaş, emeklilik, lojman, tayin, zart zurt laflamaları onlara yeter de artar bile…
Sünnîlik ve hanefîliği reddeden, hükûmât-ı cümhûriyyelerin emrinde her lâfı geveleyen ve bunları da alenen ve resmen cihâna ilân eden adamların “fetvâsından!” bahsetmek, kimse kusura bakmasın, tam bir cehâletdir…
 Ömer Nasûhî Merhûm’un “Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamûsu” her yerde kolayca ele geçen çok kıymetli bir mürâcaat kaynağı… 8. Cild, 258. Sahifeden bir-iki satırcık bile okunsa, DİB’in dibi hemen görünür, şöyle:
“- Müctehid olmayan bir müfti ise, tâbi olduğu mezheb eimmesince müreccah bulunan kavl ile fetvâ verir.”
Yahu bu DİB denen yerin mezhebi mi var, meşrebi mi, mesleği mi? Yıllardır “biz sünnî bir başkanlık” değiliz diye bir yerlerini yırtarcasına bağıran bu adamların “fetvâ verdiğinden!” bahsedip, “tebrik, selam ve hürmetler sunarak ellerinden öpmek!” meddahlık ve yalakalık değilse nedir? İftâ müessisesi oyuncak mı baylar, boylar, soylar, toylar!
 Fetvâ müessisesi ancak HÜKÛMÂT-I İSLÂMİYYELERDE  görülür; ve layik ve dembokratik devlet ve hükûmetlerde “fetvâ müessisesinden!” bahsetmek en azından abesle iştigâldir, gerisini hadi söylemeyelim!
 Fetvâ vermek işinin ne olduğunu anlamak içün Ömer Nasûhi Merhûm’un “Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı fıkhiyye Kâmûsu”nun 8. Cildini anlayarak mütâlaa edebileceksek, belki bir nebze (FETVÂ) denilen şer’î mevzu’u anlayabiliriz… Lâkin DİB denen yer, bunu ne anlar ve ne de mu’cibince adım atabilir! Çünki DİB’in tâbi’ olduğu yer Anayasaları ve kendi beşerî DİB kânunlarıdır. 633 sayılı DİB kânununa göre, DİB ruhban takımları “muâmelat, ukûbat, münâkehât, mufarekât, hükûmât, ülül emr, veliyyül emr, miras, alış veriş gibi Şerîat Hukûkundan” kürsülerde ve minberlerde vaaz veremez ve bu mes’eleler üzerinden emr-i ma’rûf yapamaz, İslâmiyyet’i anlatamaz…
Kânunları böyle baylar ve bayâniyyler!
 Adı geçen beşerî münâsebetleri ve hukûku, Allâh Azze (hâşa ve kellâ) çağdaşça bilemediği, modernizmaya da ayak uyduramadığı içün, bu âyet ve kânunları ile hiçbir “sosyal güvencesi” de olmadığı halde emekli edilmişdir!
Şevket Eygi Bey, “tebrik, selam ve hürmetler sunarak ellerinden öptüğü!” yerin ne olduğunu bir de aşağıdaki iktibaslarımızdan okumalı; ve işin, fikrî, siyâsî ve bilhassa îmânî cihetlerini dehşetle görebilmelidir. DİB denen yeri Şerîatda söz sâhibi bir merci’ ve onu “iftâ müessisesi!” olarak görmek gafleti, mes’eleleri “sandalye ve tabure” kepâzeliği olarak görmenin çok, ama pek çok fevkinde ve ehemmiyetlidir.
  Büyük Akâid İmamı Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi, 1924’de mücerred İslâmiyyet’i sulandırmak üzere kurulan bu DİB denen yer hakkında, Yarın Gazetesinin 15/Receb/1346---9/Kânûn-ı sânî/1928 tarihli nüshasında aynen şunları yazar:
“- Geçen gün Türkiye gazetelerinde Diyânet İş. Riyâseti tarafından tertib edilmiş Türkçe hutbeler meyânında “müdâfaa-yı vatan” mevzuuna aid bir hutbe gördüm. Bunda “Düşmanlara karşı elinizden gelen her kuvveti hazırlayın!” meâlinde bulunan (…………….) (Enfal,60. Âyet) âyet-i kerîmesine istinâd edilerek mezkûr âyet-i kerîmenin muhtevî olduğu nükte ve işârâtdan uzun uzadıya bahs ediliyordu. Fakat hutbeyi tertib eden bu yüksek anlayışlı alçak âlimler, âyetdeki hıtâbın müslümanlara ve hükûmet-i İslâmiyye’ye âid olduğunu ve dinsiz laik Ankara hükûmetinin bununla me’mûr ve muhatab olamayacağını neye düşünememişler? Dinsiz Ankara hükûmeti, Müslüman Dîninin Kitab’ında mensûbînine tevcih etdiği emirleri kendi üzerine almak hakkını hâiz değildir. O, MÜSLÜMANLARIN DÜŞMANLARI TARAFINDADIR. Binâenaleyh âyet-i kerîme mu’cebince kuvveti ve silâhı o hazırlayacak değil, belki müslüman, kuvveti ve silâhı, onun kendisine karşı hazırlayacakdır.
Şu halde demek ki dinsiz Diyanet İşleri Riyâseti âyetin ma’nâsını utanmadan ve Allâh’dan korkmadan aksine kalbediyor. Ve âdetâ Müslüman Dîninin harb plânını düşmanlarına teslim etmek denâetinde bulunuyor. Lâkin böyle Ankara Diyânet İşleri Reisi gibi, Bosna Reisü’l-ulemâsı gibi sahtekâr din âlimlerinin mel’anetkârâne hareketleri, müslümanlara dalâletde kalmak içün hüccet-i berâet ve tesliyet olamaz. Çünki Dîn-i İslâm, kendilerinin de dînidir. Ve mes’ûliyyeti, ulemâya mahsus ve münhasır değildir. Şeytanın vücûdu ehl-i dalâlet ve ma’siyete nasıl medâr-ı ma’zeret olmazsa, böyle münâfık ve müdâhin hocaların şaşırtıcı sözleri de, müslümanlara huzûr-ı Hakk ve Hakîkatde mes’ûliyetden necat te’mîn etmez. Çünki âkıl ve bâliğ olan her insan bizâtihi mükellefdir………..cehâlet özrü para etmez. Câhiller yevm-i Kıyâmet’de böyle âlimleri göstererek (………………….) “Ey Rabbimiz! İşte bunlar bizi şaşırtdı. Binâenaleyh bizim cürmümüzü de onlara yükleterek azablarını muda’af ve müşedded kılmakla iktifâ buyur.” (Âraf, 38) dedikleri zaman, cevâbında (……………..) yani, “hepinizin azâbı muda’af olacakdır. Sizin kabahatinizin de ne kadar büyük olduğunu gerçi siz anlayamıyorsunuz.” buyurulacakdır.
 ONUN İÇÜN MÜSLÜMANLAR GÖZLERİNİ AÇMALI VE HAKKI SÖYLEYEN ULÊMÂ İLE, BÂTILI TERVÎC EDEN MÜNÂFIKLARI TEMYÎZE ÇALIŞMALIDIRLAR.”
Münâfıkların, her sözleriyle müslümanlar ve Müslümanlık aleyhinde olacakları da düşünülemez. Müslümanların saflarını ve hafiflerini aldatıp kandırmak içün muhatablarının hoşuna gidecek lâflar  etmesini de çok iyi becerirler ki, bu, münâfıklığın lâzım-ı gayr-ı mufârıkıdır!
“- Biliyorsunuz memleketimizde, "İslam'ın tek hak, makbul, geçerli" din olduğu kesin inancını yıkmaya yönelik açık veya gizli sinsi bir faaliyet ve propaganda vardır. Bir ara "Allah katında din İslam'dır" mealindeki ayetin Cuma hutbelerinde okunmaması için dışarıdan baskı yapılmıştı. İslam'ın Allah katında tek hak ve makbul din olduğu kesin Kur'an ayetleriyle sâbittir. Sünnet de böyle söylüyor.
Bu konuda icmâ-i ümmet vardır.”
Al sana kendi kendini tekzib!
Düzmece düzenin gasbetdiği o müslüman ma’bedleri câmilerde Cuma günleri minberlerde “İnneddîne ındallâhil İslâm!” âyetini yasaklayıp okutmayan da, Şevket Bey’in “tebrik, selâm ve hürmetlerini sunduğu ve ellerinden de bûsetdiği (takbil eylediği) DİB” denen yerden başkası mı imiş?
 Allâh Azze ve Celle’nin âyetini değil, bir tek kelimesini yasak eden bir mahlûk, hâlâ “mü’min midir, kâfir midir?” diye şübhe etmek bile câiz olamaz? Zarûrât-ı dîniyyeden olan bir husûsun tasdik ve tahsîni bilcümle mü’minîn ve mü’minâta kat’iyyen vâcibdir. (Fıkıhdaki hanefi vâcibi değil, akâiddeki kat’iyyen farz ma’nâsındaki vâcib) onda şekk ve şübhe dahî edilemez, bu câiz değildir. Ehl-i Sünnet akâid kitabları ve Şeyhülislam Merhûm Mustafa Sabri ve Elmalılı Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazerâtı gibi bütün âlikadir Osmanlı ulemâsının ilmî ve fikrî yazıları ile bu, vâzıhan ve sarâhaten ortada, fevkal’âde ehemmü’l-ehem bir hususdur.
“Şer’an bâtıl ve hakîr olanlara ta’zim ve ihtirâm” etmek de akâid kitablarımızda hükme bağlanmış olup, meselâ Türkçesi neşriyâtın İslâm hurufâtı ile de bastığı Manastırlı İsmail Hakkı Merhûm’un “Telhisü’l-Kelâm fî berâhîni akâidi’l-İslâm” nâm eserine bakılabilir…
(Mâba’di var)

25 Ağustos 2011 Perşembe

“ORDUYA HÜRMET”

Mehmed Şevket Eygi bey, 21.8.11 efrencî târihinde kaleme aldığı yazısında şöyle yazıyor:

“-Liseyi 1952'de bitirdim, aynı yıl üniversitede okumaya başladım, 1956'da diplomamı aldım, yine 50'li yıllarda dergicilik yaptım, yazı yazdım, kısa bir süre için memur oldum, Erzurum'da yedeksubaylık yaptım.Bendeniz 1950 ile 1960 yılları arasındaki Türkiye'yi çok iyi hatırlayan bir kimseyim.”

(17-27 YAŞINDAKİ BİR GENÇ NE KADAR HATIRLAR VE TANIRSA O KADAR! Hatırlamak ayrı, tanımak çok ayrı şeyler! Sonra bir Ehl-i Sünnet penceresinden bakmakla, O ZAMANLARDAKİ selefî penceresinden bakmak da çok fark atar! Perde arkalarını ve tam yüz senedir saklanan, tahrif edilen, çarptırılan hâdiseleri bugün bile önümüzde tam olarak vesîkalarıyla göremiyoruz… O yaşlardaki bir genç, ne kadar iyi hatırlasa, ancak matbuata, ne, ne kadar aksetmişse, onu, o kadar; ve o da hakîkat payı ne kadarsa, o kadar DOĞRULARLA hatırlar!

Hatırlananların taşıdığı (hakîkat payı ne kadardır?) asıl mühim olan bu!

“-O tarihte Kemalist vesayet vardı ama askerî vesayet yoktu.Ordu kışlasındaydı, siyaset arenasında değildi.”

Çünki siviller, ordunun CHP’li âmirleri idi. Kemalist vesâyet, ordunun vesâyetini de içinde taşıyordu! Ordunun vesâyeti sivil CHP görünüşlü vesâyetin içinde bir cüz idi. Ayrıca ordu vesâyetine lüzum görülemezdi!

“-Ordu, siyasete karışmazdı.Ordu, derin ve gizli bir siyasî parti gibi hareket etmezdi. Ordu, sivil iktidara itaat ederdi.
Ordu, dindarlığı bir suç olarak görmezdi.”

Mış gibi yapardı! Çünki siyasî parti gibi hareket edemezdi, CHP’nin yan kuruluşu idi! Gerçekden böyle olmasaydı 27 Mayıs diye bir ihtilâc ortaya çıkamaz ve Müteveffâ Cemal Ağa, “Kinci ve İkinci Şef İsmet” denen adama “Paşam senin emirlerin bize peygamber buyruğudur!” diye hezeyanlar gaseyan; ve o darbe ile de milletin bütün dînî ve îmâni kıymetlerine harb ilân edilemezdi!

“- Ordu, Ankara İlahiyat fakültesinde üniformalı öğrencilerini moral subayı, din hizmetlisi olarak yetiştirirdi.”

O fakülteden “din hizmetlisi” yetiştiğini “ehl-i sünnet ve’l-cemaat îmânı” taşıyan birisinden ilk defa duyuyoruz! Hocalarını ve müfredât programını bilmesek, imtihanlarından geçmesek, bu kadar net ve açık yazamazdık!

Üstâd Merhûm’un diliyle “Aman Allâh’ım aman- Gâlibâ Âhırzemân!”

Bunca modernist ve reformist prof murof takımları nerelerden peydahlandı dersiniz?

Hoşgörü-diyalog fitnesi içün yırtınan sürü sürü ilahiyatçılar, Kaşar Nârîler, “Porno kaset ve horoz kurban!” Şekeriyâlar, Âl-i İmran 64. Âyete “diyalog âyeti!” deme küstahlığı ve soytarılığı oynayan Haltettinler, utanmadan ve hayâ etmeden gûyâ reformistliğini örtmek içün alenen ve resmen “revizyonistiz!” herzeleri savuran DİB sâbık başkanı Yardakzâdeler, sanki taşlı bir pirincin taşını ayıklar gibi ayıklama basitliğiyle mübarek hadisleri ayıklama misyonerliği peşindeki yeni ve uyduruk, politik ve iktidâr partisi yardakçısı takımlar ve bunlar gibi nice reformist, feminist, revizyonist ve telfikçi mahlûklar nerelerden yetişip, ısırgan gibi arâziyi sarıp sarmaladı?

Rüzgara melek diyen Salomon Mateşler, “yüce din hizmetlerini anayasa çizgisinde yürüteceğiz!” herzeleri yiyen bilmem kaçkulaçlar, Hatice Babacan’a “sınıfda başını aç biz namahrem sayılmayız, bir aile sayılırız!” herzeleri yiyen Meşet Mağataylar.. ve daha saymakla bitmeyecek niceleri nerelerden yetiştiler?

Bayar, “bu işi mihrabdan halledeceğiz!” demedi mi? Ve 1949’da A.Ü.İlahiyat Fak. denen yeri bunun içün pilot ocak-bucak olarak açmadılar mı?! Ötekileri de hep bunun içün!

Aksi halde, ortada aklı başında adam görürdük! Yıllardır şu Ramazan iftar ve sahurlarını telbis ve telvis eden heriflerin şerrinden, Allâh Azze yalınız müslümanları değil, bütün beşeriyyeti muhâfaza buyura!

Akâidde Büyük İmam Şeyhülislâm Merhûm M. Sabri Efendi Hazretleri “DİB, İslâm’ın tarafında değil, Müslüman düşmanlarının tarafında!” buyururlar, Üstâd Merhûm “denâet” tesmiyesi dışında onları kalemine almazken bu ne menem işdir? Onların “fetvalarından!” bahsedilir? Sanki dünyâda fetvâ verecek bir babayiğit kalmış gibi… Bugün yapılanlar sâdece (nakildir, mütâlâadır)…

Hele onların “ellerinden öperim!” yollu ibâreler, çok acınacak manzaralar çiziyor…

Milleti, binnetîce beşeriyyeti zehirlemek içün, İslâm tahrifi bugün hadd safhadadır…

“-Askerî birliklerin bazısında camiler vardı, ezan okunurdu; hafız olan, yeterli din bilgisine sahip olan bir er mihraba geçer, bazen birlik kumandanı da arkasındaki safta yer alır cemaatle namaz kılınırdı. Kimse buna itiraz etmezdi.”

O namazları kılıyor olanlar, acaba gerçekden kalblerine kelime-i tevhidi nakşetmişler miydi, yoksa onlar, Elmalılı Merhumun ifadesiyle “Ulûhiyyeti büsbütün nefy ü inkâr etmeseler de açık veya gizli bir şirk koşmadan Allâh’a da inanmazlar!” diye işâret edilenlerden veya onlara meyli olanlardan mıydı? Namaz ölçü değildir, hele bu zamanda. Abdullah ibni Selül ve avenesi de Efendimizin arkasında hem de cemaatle sakallı ve cübbeli olarak yatıp kalkıyordu! Hazret-i Ömer Radıyallâhu anh Efendimizin “her namaz kılanın namazına aldanmayın!” buyurduğunu bilmeyen mi var?

“Kalblerini yarıp bakacak hâlimiz yok biraderim!” denebilir! Lâkin o namazların cemiyet hayatına akseden müessir tarafları aslâ görülemedi, duyulamadı! Bir kalbde hem Allâh’a, hem tâğûta meyl ü mahabbet oldu mu, Kelâm-ı Kadîm ifâdesiyle “haqqı bâtılla telbis!” devreye giriyor ve netîce sıfır oluyor…

O zaman da aşağıda yazdıklarınız kaçınılmaz netîce!

“- O uğursuz 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra bütün dengeler bozuldu ve bugünkü buhranlara geldik. 28 Şubat post modern darbesinden sonra her şey zıvanadan çıktı. Dindar subaylar, astsubaylar, askerî öğrenciler, bütün hakları çiğnenerek atıldı. Din, inanç, ibadet, inandığı gibi yaşamak hak ve hürriyetleri ayaklar altına alındı. Din bir tehdit ve tehlike olarak gösterildi.Terör fırtınaları estirildi.”

Şefleri “koruma kânunları” çıkarıldı! Millet evlâdı Korelere sürülüp kabuklu gavurların emri ve keyfi içün buzlar içinde kırıldı! Daha ne rezâletler… Uçkur ve metres sanâyii hızlandı, haçlılara neler neler ve ne dinî kıymetlerimiz peşkeş çekildi! Bunları da yazmalı…

Dedik ya namaz dominant hâle getiremiyecek kadar özde değil de sözde ve şekilde kaldı da, imanı kuvvetlendirme müessiriyyetinden mahrum bir keyfiyet ile kılındı mı, sizin de itiraf etdiğiniz gibi netîce bu olur!

“- Bütün bu yapılanlar insan haklarına, adalete, insafa, vicdana, bilgeliğe, millî kimlik ve kültüre aykırı idi.”

Dine, Şeriata, ecdâda, târihe, asla (usûle) de bin kere aykırı oldukdan sonra, Batı uyduruğu insan hakları makları, bilgelik milgelik, kültür mültür ne ki!

“- Vatana, halka, devlete büyük zararı oldu.”

Devlet, kendine zarar verecekleri göze alıp bizzat kendisi bin kat işe girişirse, devlete, devlet değil de başkası zarar vermiş gibi düşünmek ve düşündürmek ne menem işdir? “Laikim, dembokratiğim, ateistim, şuyum, buyum!” deyû milletine işkence ederse, 500.000 müslümanı darağaçlarına çeker, mukaddes mekânları kapatıp yakar yıkarsa, devlet ayıbı ve şirki azar kudurursa, “Allâh ve din tanımam” derse, o devlete, onu Yaradan’ın yardımı ve sevgisi mi yağacak, yoksa gadabı mı celbedilecek, ne olacak, söyler misiniz?

Mutlak Hakîkât olan HAKK Dini yasakladın mı, ortada ne vatan kalır, ne halk ve ne de devlet! Al sana koskocaman bir devlet terörü!

Şimdi herkes dağa çıkan 3-5 bin kriptonun terörü karşısında hop oturup hop kalkıyor! Biri diğerinin yüzde biri veya binde biri olabilir mi?. Devlet terörü unutuldu mu unutulmadı mı? Şeyhülislâm Büyük Dâhî Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri “Bu millet bu yapılanları unutursa dünyanın en alçak milletidir!” diye yazdı mı yazmadı mı?

Şimdi “terörü” Kandil Mandil gibi yerler de (mendille) aramak amma da gülünç!

Seni Yaradan’a: “Sen kimsin, benim dünyama, devletime karışamazsın!” dedin de ihânet etdin mi, “ihânet eden ihânet bulur!” Hadîs-i Nebevîsi mu’cebince, sana da birileri Kandil mandil gibi yerlerden mendil sallamaz kurşun sıkar kurşun! (İhânetin) sunturlusuyla mukâbele eder!

Sünnetullâh, Âdem Babamızdan beri böyle geldi böyle de gidecek Beyfendi Garındaşlar!

Bu işin lâmı cimi yok! Aksi olursa, yalan söylemesi muhal, mümteni’ ve müstahil olan Allâh Azze ve Celle bal gibi YALAN söylemiş olur, hâşâ ve kellâ! Mâdem yalan muhal, öyleyse dediği mutlaka olacak ve oluyor! İnsanların tanrılık iddiaları, kan akıtmakdan başka bir halta ve kepazeliğe yaramıyor! Kulun kula kulluğu devam etdikçe bu rezâletlerin önünün alınması muhaldir… Evet mümteni’dir, müstahildir… Buna inanmayan müşrikler ne derlerse desinler, müslümanların i’tikâdı budur ve bu olmalıdır…

Bizler sağa sola değil, ama mutlak ma’nâda Allâh’ın kelâmına bakıp hüküm vermek zorundaysak, bu böyle… Dünyanın iki ayaklıları, kan dökmeden aslâ rahat edemezler, onların hikmet-i vücûdu bu… Yoksa fıtratları dışına çıkmış olurlar! Bilmem arzedebildik mi?

Biz ne yapıyoruz, kandilli terörün mandilli ve mendilli sebebleri ortadan kalkdı mı, devlet terörünün sonu geldi de, o, tevbe-i nasuh ile tevbe etdi mi, asıl mes’ele bu! Gerisi müşrik fasafisosu ve göz küllemesi! Globalizma şirkini cici göstermek isteyen soytarılardan kurtulmadıkça bu millet aslâ iflâh olamaz…

Yoksa kendimizi aldatır ve milleti de idlâl ederiz…

“- Çok şükür ordu konusunda normale dönüş başladı.”

Çok erken sevinmeyelim, gülerler! K.K.K.Kıvrıkoğlu’nun Karargâhdaki faaliyetlerine ne diyeceksiniz? Hayırdır!

“- Ordumuz halkın ve devletin ordusudur. Ordu, Kemalizm ideolojisinin değil, Türkiye'nin ordusudur.”

Ordu, şuranın ordusudur demekle, o ordu oranın ordusu olamaz! Ordu, nerenin ordusuyum derse, oranın ordusudur! Hayâlhânemizi vâkıa gibi tanzîm etmeye kalkarsak, encâmımız ne olur bilemem…

Allâh Azze’nin ordusu olmadıkça, bize vız gelir nur-ı aynım! Normalse, neye göre? Halkın ve devletinse, hangi tür halk ve devlet? Türkiyeninse, nasıl bir Türkiye?

“Türkiye” adını bile kabuklu haçlılar uydurdu, biz de dilimize yapıştırdık! Batının dili ile konuşuyoruz! İslâm’ın dili ile konuşmadan, Allâh Celle bu millete yardım etmez! Ben demiyorum, O söylüyor! O yardım etmeyince de, takım yatar!

“- Ordu yeni nesiller için bir mektep olmalıdır. Orduya eksik giren tam, ham giren olgun, cahil giren bilgili, yaramaz giren uslu çıkmalıdır. Ordu, ülkenin hakim dini olan İslam'a hürmet etmelidir. Ben bir Müslüman olarak orduyu Peygamber ocağı bilirim.”

Bil! Senin müslüman olarak öyle bilmen onun keyfiyetini değiştirecekse ne âlâ! Biz de bilelim! Bütün ins ü cinne de haber salalım onlar da öyle bilsin! Bir arpa boyu bir şey değişecek mi?

Bu, Allâh ve Rasûlü içün vücud hikmeti taşırsa doğru, taşımıyorsa ne ocağı? Tasrih ve takyid tam olmadan havada kalan ifâdelerle, bilinen belli bir yere mi atıfda bulunuyoruz, yoksa mücerred “ordu” denen mefhum mu kalemimizden sızıyor? Yuvarlama, yağlama ve tekerleme kabilinden bir keyfiyet ortaya atılınca, neyi, ne kadar anlamamız lazım mechul! Buradaki (ordu) denen varlık, ma’rife mi nekre mi?

“- Ordunun mânevî kimliğine toz kondurmam.”

Ma’nevî kimlik derken izâfî bir keyfiyete işâret ediyorsunuz! Toz kondurup kondurmamak husûsunda, acaba o ordu, (gerçi vâkıadaki mi, idedeki mi belli değil!), hakîkâtde size ne kondurur, buna da eğilmek gerek! Kavl-i mücerred ne ifâde eder ve bununla bir yere varılır mı, inşaallâh buna da kafa yorulmuşdur! Vâkıada olan “ma’nevî kimlik!” nedir? Efrâdını câmi’, ağyârını mâni bir “toz kondurulmaz!” kimlik nedir, yazabilseniz de cihan görse!

Vasıfları ve ana hedefi ne olan orduya toz kondurulmaz, bunun Mutlak Hakîkât elindeki ölçüsü nedir? Hadi, îmânınız emrindeki aklınızı kullanıp tasrih ve tavzîh ediniz! Muhayyel bir nesne olarak bırakmayınız! Vakıaya mutabık olan ayrıdır, ide olan ayrı… Bunlar biribirine karıştırılırsa ortaya ne çıkar, aklı olan söylesin! Mütekâidîn-i Askeriyyeden Işık Orgeneralin int sitelerine düşen ses bandını bir dinleyiniz gözüm! Orada, sizin ve benim diyemediklerim pek mebzûlen mevcud! İç murâkabe denilen bir şey yapılıyor ve bütün keyfiyet ortaya çıkarılıyor! Ve iç çürümenin kangren hâli!

“-Lakin orduyu âlet edenleri, insan haklarını çiğneyenleri, orduyu herhangi bir ideoloji uğrunda kullananları sevmem.”

Haketmeyenlere madalyalar yağdırmayı da, onlara meddâhin olmaya koşanları da sevmeseniz nasıl olur? O ordu “Peygamber ocağı!” ise kendisini âlet etdirir mi, kendisini kullandırır mı, insan haklarını çiğneyenlere kendini mıncıklatır mı? Nasıl bir ordu varsa, hakîkatde ki, onu sevmenizin esbâb ve terâzîsini bir gösteriniz!

Kavl-i mücerredde bırakarak zihinleri teşviş etmeyelim!

“- Peygamber ocağı olan ordumuza saygılarımı sunuyorum.”

Sununuz, hem de sonuna kadar sununuz! Ama bilhassa Emekli General’in ve sonra diğer emeklilerin bir asra yakın çizgilerini ve en son int sitelerine düşen ses kayıtlarını bir düşününüz ve sonra o “saygılarınızı sunmayı!” sonuna kadar hatta onlarla haşrolmaya kadar da sürdürünüz!

Ama evvelâ, öyle bol keseden “Peygamber Ocağı!” olmayı kendi malınızmış gibi veya baba mirâsıymış gibi oraya buraya dağıtma salâhiyyetini nereden aldığınızı hele bir vesikasıyla isbatlayınız!.

Kâinâtın Fahri Aleyhi Ekmeli’t-tehâyâ Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri 20. Asr-ı milâdîde “falan ocak benim ocağımdır!” demiş mi?

Demişse, bu hadisin râvisi kim, hangi râviden gelir ve hangi hadis müdevvenâtında mevsûk bir hadisdir bilmeliyiz… Dememişse, Peygamber Aleyhisselâm’a kendi arzularınıza göre emir verip O’nun ağzından zorla ifâde almayınız! Bunun bedelini çok ağır ödersiniz!

Sâbık “Erkân-ı Harbiye-i Umûmiyye Reisi!” Org. Işık Koşaner’in internete düşen ses kaydında, adı geçen zât aynen şöyle diyor: “TAM BİR KEPÂZELİK HÂLİMİZ!”

Şu manzarayı hangi aklı başında bir müslüman “Peygamberler Peygamberinin Ocağına!” yakıştırabilir? Hâşâ ve kellâ!

O Eşsiz Önder ve En Büyük Peygamber böyle “kepâzeliklerden” mutlak olarak münezzeh, müberrâ ve musaffâdır… O Fahr-i Âlem’i böyle günlük dedikodu, politik polemikler, basit ocak-bucak tüttürmeleri, nefsî benzetmeler içine çekerek sıradanlaştırmalar, bütün Kâinâta çok ağır gelir, müslüman idrâkini de çatır çatır çatlatır… Karşımızda bilmem ne merkezinin “çay ocağı!” var gibi bir edâ içine giremeyiz, oradan bakamayız, oralarla O’nu hemdem edemeyiz…

O’nun kılına ihtirâm ve ta’zîmin en kâmiline bin can fedâ olmuşdur, O’nun aşkıyla biiznillâh devrân dönmüşdür; ve Haqq Sübhânehû ve Teâlâ, O’nu Rahmetelli’l -Âlemin olarak Kâinâta Mutlak Lider olarak göndermiş ve Kitâbıyla da bunu ins ü cinne duyurmuşdur…

Böyle bir Zât-ı Ekberi mülevves politikanın âleti yapmakdan Allâh Azze’ye sığınmak kat’iyyen şartdır…

Mayınlar 10-15 sene evvel döşeniyor ve döşeyenler bunun planlarını ortaya koymadığı gibi, iş bitince onları sökmeyi de beceremiyor ve T.C. askeri bu mayınlarla imhâ oluyor! En tepedeki orgeralin ses bandından duyup küçük dilimizi de yutuyoruz ki, bir takım rütbeli adamlar mevzilerini birkaç gözü karaya bırakıp terkediyor ve kaçıyorlar! Ve en acısı da yeni “Erkân-ı Harbiye”, Kara K.K. Kıvrıkoğlu’nun başını çektiği bir planı yürüterek Hasdal’daki mevkuf generalleri kurtarma faaliyetlerine sahne oluyor!

Ehâli-i etrâk ve ekrâdın yüzde elli reylediği hükûmet-i mevhûme, orduyu kışlasına sokmuş gibi bir hava estirerek gözküllediğinin bile idrâkinde olmayacak kadar mahmûr ve mağmûm! Biraz da havalı ve mağrûr! Allâh akıllar vere…

Şevket Bey pek çabuk sevinmeye başlamış gibi! Dereyi görmeden paçaları sıvamak nasıl bir iş ise! Yahut sâbık dostu Çoban Sülü’nün sık kullandığı cinsden, “doğmamış çocuğa don biçmek!” nasıl bir helecân ise…

Hem bugünki hâliyle orduya “Peygamber ocağı!” deyip “saygılar sunması!” da mer’î anayasaları ve kanunları çerçevesinde kabul edilir bir nesne olamaz… Yani Şevket Bey gibi “Yasal çerçevede kalmak!” arzusunu sık sık ve ısrarla ve din emriymiş gibi dile getiren bir kalem, burada “yasaları ve masaları!” pek nazar-ı dikkate almamış oluyor! Buradaki tenâkuz ve tearuzunu hatırlatırız…

“Peygamber ocağı!” demek, “çay ocağı!” demek gibi bir nesne değildir. “Peygamber ocağı işletmek!”, öyle her babayiğidin harcı da olamaz! Kitab ve Sünnete, Mutlak ve Haqq Dîne, Rasûlullâh Aleyhisselâm’ın râzı olacağı topyekûn bir nizâma (îmân, ihlâs, tasdîk ve tahsînle) sımsıkı bağlanmayan; ve başka hiçbir religionu, ideolojiyi veya doktrini Allâh’a ve O’nun mutlak dînine şerik koşmayıcı bir keyfiyet iktisâb etmeyen hiçbir müessise, aslâ “Peygamber Ocağı!” olamaz… Olur diyen, Kâinâtın Fahrini tenzil ve tenkis ile O’nun haysiyyet ve şerefini oyuncak eder…

Sonra neden sâdece, ordu “Peygamber ocağı!” diye zikredilir, anlamak mümkin değil!

Hükûmet neden “Peygamber ocağı!” değildir?. Üniversiteler, mahkemeler, meclisler, ticâret merkezleri, meydanlar, matbuat, medya(!), Diyânet denen yer, İlâhiyat denen yerler, şuralar buralar ve topyekûn yerler, âile ocakları, hastâneler, idâre ve karar merkezleri, topyekûn zamanlarda topyekûn mekânlar neden “Peygamber Ocağı!” olarak zikredilmek istenmez de, bu iş, illâki kemikleşmiş bir ucûbe nakarâtla ve akılla mantığı da kazığa oturtan bir ezberle “orduya” hasredilir?.

O ordu da, hangi evsafda olacak ki, “Peygamber Ocağı olmuş olsun!”

İşi sulandırmayalım! Ne zaman ki o ordu veya herhangi bir ordu, şunu der, o, o zaman “Peygamber Ocağı” olur:

“- Ben, tepeden tırnağa Allâh Rasulü’nün izinde, îmanında, amelinde ve ahlâkındayım! Bundan kıl kadar taviz veremem. Beni bu hedefimden, kâinât bir araya gelse çeviremez! Ne mutlu O’nun askeri olabilene! Anam, babam ve benim varlığım O’na fedâ olsun!”

Şevket Bey dalgasını geçer gibi yazıyor! Ama kiminle, anlayan beri gelsin!

Tehlikeli ve mayınlı arâzilerde ve bölgelerde dolaşıyor… Temizlenmemiş mayınlara basarsa, “Tam bir kepâzelik hâlimiz!” denilmesi de melhûz… Mütekâidîn-i askeriyyeden Işık orgenerallerinin dediği gibi!

21 Ağustos 2011 Pazar

HAYRETTİN! GENE HALTETTİN!


Yeni Şafak yazarlarından “zamâne müctehidi” Bay Hayrettin Karaman nâm meşhûr, (7. 8.11) tarihinde “Tehammül mü hoş görmek mi?” serlevhalı bir yazı yazar ve orada şöyle döktürür:
1)          “- İslam'a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse -İslam toplumunda- "onların aykırı filleri için özel mekanlar ihdas edilmek gibi" tedbirlere başvurulur.”

“Sonhaber.com” adresli bir site de, mason Abduh’a “mutlak müctehid” diyen telfikçi cumhuriyet müctehidinin bu yazısı üzerine tenkidlerde bulunmuş! Hayrettin’in tabiriyle bunu “polemik” malzemesi yapmış!
Hoşgörü-diyalog tâifesinden ve Âli İmrân 64. Âyet-i kerîmeye “diyalog âyeti” adı takmakdan zerre kadar utanmayan “böyyük müctehid!” ise, buna fena bozulmuş; ve şöyle kıvırtarak ve lastikleşerek ve birinci ifâdesini kimseye çaktırmadan (!) bir iki kelime ilâvesiyle hedefinden saptırarak bakınız nasıl sallıyor:
2)          “- Okuduğunu anlamayacak kadar cahil isen önce öğren sonra konuş. Anladığın halde saptırıyorsan, değiştiriyorsan senin ahlakla ilgili problemin var demektir…..”
3)          “- ….Ben yazımda ne "gettolar yapılsın" dedim, ne de "Müslüman gibi yaşamayanlar için özel bölgeler yapılmasından" söz ettim. "İslam toplumunda –ki, İslamî devleti kastediyorum- bu, ahlaka ve dine aykırı fiiller için ayrı mekanlar ihdas edilebilir" dedim. Bunun demokrasilerdeki örneği, ayrılmış yerlerdeki genelevlerdir.”
Karaman, ben böyle yazdım diyor. Aradan 3-5 gün geçince Akşam gazetesi muharrirelerinden Nâgehan Alçı nâm cumhûriyyet bayâniyyesi (11.8.11 takvim-i efrencîsinde) Hayrettin’e fenâ bindirdi ve “Cumhûriyet müctehidi diyalogçu ve telfikçi Bay’ın kanını tepesine sıçratdı! Bayâniyyeleri öyle yazdı:
4)          “-Kısacası ben gettolaşma paranoyasını samimi bulmuyorum. Bize ezberletilmiş korkular sorgulanmadan, ısrarla yeniden yeniden pişirilip önümüze getiriliyor. Biraz rahat olalım... Mahalleleşme, herkesin kendi inanç ve tercihi doğrultusunda kendine benzeyenle birlikte yaşaması demokrasi dışı değildir. Yeter ki hiçbir mahalle bir diğerini asimile etmeye çalışmasın, arada gidiş-gelişler olsun. Ve yeter ki mahalleler arasındaki iletişim kopmasın! DolayısıylaHayrettin Karaman'ınMüslüman bir çevrede yaşama arzusunu anlıyorum. Ancak onun Müslüman görmediklerini aykırı olarak etiketlendirip yaşam tarzlarına müdahale etme isteğini sonuna kadar kınıyorum...”
Cum müctehidi ise tepetası atdığını belli etmeden dişlerini sıkarak (18.8.11 tarihinde) “Tehammülsüzler!” serlevhalı bir yazı yazdı ve tenkidçilerine veryansın etdi! Oradan okuyalım:
5)          “- Sözde demokrat olan, çoğulculuğu savunan, aykırı düşünceleri de kapsayan "düşünceyi açıklama özgürlüğü"nden yana görünen baylar ve bayanların gerçek yüzlerini teşhir için bir yazı yetti ve arttı.

Şunların içine düştükleri çelişkiye bakın!

Ben Müslümanlar için, hoş olmayanı hoş görmek yerine "tahammül"ü teklif ettim, buna karşı hoşgörüyü savunanlar ise kendilerine aykırı gelen bir yazıma tahammül bile edemiyorlar. Hakaretin, beni sürgüne gönderme, kafese kapatma... tekliflerinin haddi hesabı yok!

Bir yazı, sözde aydınların, yazarların ve çizerlerin ne kadar sığ, dil bilmez, söz anlamaz, bağnaz olduklarını da ortaya koyuverdi.

Bir kısmı yazıyı okuma zahmetine katlanmadan, birilerinin attıkları başlıklara bakarak hükme varıyor, ağır sözler söylüyor ve eleştiriyorlar. Bir kısmı ise yazıyı okuyor, ama üstünkörü okuyor, anlamıyor, anlamak istemiyor veya peşin hükmü anlamasına mani oluyor.

Ciddi bildiğimiz bazılarının davranışları daha da şaşırtıcı. Mesela Mehmet Barlas "...Yeni Şafak yazarı Hayrettin Karaman'ın 'Müslüman gibi yaşamayanlar için özel bölgeler yapılmasından' söz etmesi" diyor.

Peki bu "söz etme", benim yazımın neresinden çıkıyor?

"İslam'a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse –İslam toplumunda- "onların aykırı filleri için özel mekanlar ihdas edilmek gibi" tedbirlere başvurulur" diyorum.

"İslam toplumunda", "...aykırı fiilleri için" diyorum.

Demokrasilerde bazı fiiller için özel mekanlar tahsis edilmiyor mu?

M. Barlas gibi bir kafa bu ifadeyi anlamaktan aciz olabilir mi?

Ya okumadı, ya da öyle anlamak istedi!

Bu yalnızca bir örnek. 

Bir dosya açtım, ulaşabildiğim yazıları ve yorumları buraya topladım, bugün (16- 8 -2011) itibariyle 118 sayfayı buldu.

Genel olarak baktığımda şunu görüyorum:

Hoşgörü şöyle dursun tahammül bile yok.

Saptırmalar var.

Okumadan, anlamadan, düşünmeden kaleme sarılmalar var.

Çok az sayıda insaflı değerlendirmeler, eleştiri denebilecek yazılar da –çok şükür– var.

Sonuç olarak "iyi ki yazmışım" diyorum. Yazı bir laboratuar oldu, gerçek yüzler burada daha iyi, daha yakından görüldü. Çağdaşlık, hoşgörü, çoğulculuk... maskeleri altında meğer ne kadar çirkin ve sahte yüz varmış!”
Hoşgörü ve Diyalogçu, telfikçi cum müctehidi Hayrettin, 21.8.11 tarihi mîlâdîsi hulûl etdiğinde, 10 gün evvel kendisini tam gaz “kınayan” Nâgehan Alçı nâm cum bayâniyyesine cihâd ilan ederek, bu sefer o da “hoşgörü” demeden bir böyyük müctenid olarak muhatab aldığı tâze Bayâniyyesine savurmaya ve savunmaya geçdi! Bakın Akşam’ın 34 yaşındaki tâzesi ve televizyonlarda emekli paşalarla, hatta hâşâ min huzur F. Altaylı gibi Cübbeli oynatma ustası ile bile kavga gürültü etme ruh yapısındaki Nâgehan bayâniyyesine, “KINAMAYA HAKKIN YOKTUR!” serlevhalı döktürüsüyle nasıl “operasyona!” girdi? Okuyalım:
6)          “- Nagehan Alçı diyor ki: "Ancak onun Müslüman görmediklerini aykırı olarak etiketlendirip yaşam tarzlarına müdahale etme isteğini sonuna kadar kınıyorum."
……………………….
7)           “-Sayın yazar,

Eğer laik demokrat isen beni ve müdahale etme isteğimi kınayamazsın, mümin ve Müslüman isen yine kınayamazsın; böyle bir hakkın yok. Yalnızca bana katılmadığını, yolumu, inancımı ve görüşümü benimsemediğini söyleyebilirsin. Söylersin ama ya birilerine göre beni de hoş görürsün ya da benim teklifime göre birbirimize tahammül ederiz.

Ben ne İslami toplumda ne de laik toplumlarda farklı olanları ayırmaktan, gettolaştırtmaktan söz etmiyorum; İslam'ın böyle bir talebi yok; benim meselem laik-çoğulcu sistemlerde yaşayan Müslümanların zaman içinde ötekine benzemeleri, farklılığın vazgeçilmez çizgilerini kaybetmeleri tehlikesine dikkat çekmek ve bu konuda hassas olan müminlerin tedbir almalarını hatırlatmaktır.”
Cum müctehidi öyle bir sıkıştı ki, fırtınaya tutulmuş yandan çarklı şirket-i hayriye gemisi gibi bir sağa bir sola yalpalamaya başladı! Müctehid ya, gûyâ ictihad yapıp 15 asırdır bilenlere ters bir şey söylemeli ki, zemzem kuyusu metoduyla meşhur olsun! Olduğu yetmiyor ki, Receb Paşa gibi “durmak yoook, tebevvüle devam!” deyû almış başını gidiyor! Ne diyelim, Allâh bir kere raydan çıkarmasın, yolu bulmak raya girmek çooook zor, ama cidden zor!
Biz hâdiseyi bu kadarlıkla hulâsa etmiş olalım! Amma cum müctehidinin ateistler tarafından tenkid edilen o bir ve ikinci maddelerde işaret etdiğimiz “ictihadının!” ne manaya geldiğini, bunun Elmalılı merhumun tefsirinde hangi tokatla yerin dibine geçirildiğini, Hayrettinin nasıl localar tarafından ve kimlerle yarım asır evvel sırtının sıvazlandığını, telfik fitnesiyle nasıl yetiştiğini, Nagehan nam medya bülbülüne kadar muhatab olan ve onlardan bile “kınamalar” alan böyle bir adamın hangi tür “müctehid!” olabileceğini, Nagehan Alçı nâm tâze muharrirenin nasıl bir şahsiyeti olduğunu nasibse müteâkıb yazılarımızda bahse mevzu ederiz…

19 Ağustos 2011 Cuma

HOŞGÖRÜ ZIRVALADI


Akit muharriri emekli hâkim Nusret Çiçek Bey, 18.8.11 tarihli yazısında nevzuhur "hoşgörü" cereyanını haklı ve güzel tenkid ediyor. Türkiye'deki bu "Hoşgörü-diyalog" dini, üç dinin bir haltı (karıştırılmış hali) gibi bir şey! Her dinin bir cins uleması veya gayr-i müslimlerde bir cins papazı ve hahamı varken , bu yeni ve  Okyanus Ötesi merkezden idare edilen dinin 3 cins din adamı var! Bu yeni dinin 3 cins de mabedi mevcud! (Poli-religion) bir nesne... Nusret Bey bu "hoşgörü" denen nesneye el atmış ve tedkik etmek istemiş, okuyalım:

Asrımızın hoşgörüsünü dine dayandırdıklarına göre gelin evvela bu din işini halledelim. Diğerlerine diyelim ki, “Biz dinci değil Müslümanız.”
Mesafeyi buradan açınca adeta haykırmak lazım:
“Kur’an ilmin temel esasıdır, başka bir deyişle Allah’ın(c.c) ilmidir.”
Yine diyelim ki:
“Dünyada yürürlükten kalkan veya beşeri aklın mahsulü olan birçok din var, Kemalizm gibi. Bizim inandığımız din onlardan değil, dolayısıyla siz hoşgörü ve de diyalog istiyorsanız onlarla yapın, İslam’a gelince Allah(c.c) indinde hak olan tek dindir...”
Son günlerdeki kepazeliği görüyorsunuz.
Bizimkiler “hoşgörü” adına oruçlarını sinagogda(Synagogue) açmada bir mahsur görmüyor. Veya ikide bir çağırıp hahamla, papazla oruç açıyorlar...
O zaman teravihleri de ya kilisede veya havrada kılsak!

BİZDEN: Bayramlar da unutulmamalı! Onların yortuları tortuları ve hamurlu hamursuz, mayalı mayasız şenliklerinde de "hoşgörü" takımları bayram eyleyüp halay ve alay çekebilirler de hani! Yakışmaz mı? Olmuşken tam olmalı... Hatta ölmüşlerini de müştereken münavebeli olarak mezarlıklara defnedebilirler! üç mezarlık sıraya konur, kimin ölmüşü varsa sırayla ve bir nizam dahilinde kiminkine isabet etmişse onunkine gömülür! Daha nice şeyde bir zenginleştirme ve halta karıştırmaya gidilebilir, böylece tam bir "hoşgörü-diyalog" dinine sahib olunur ve aralarında hiç bir eksik taraf bırakılmaz!

Duaları birleştirsek!..
Yunus’un diliyle, “Yaratılanı hoş gör Yaratan’dan ötürü.”
Burasını anladık, canlıları Allah(c.c) yarattığı için hoş göreceğiz, ama yürürlüğüne Allah tarafından son verilen dinlerin neyini hoş görelim?
Allah(c.c)’ın “Kaldırdım” dediğini sen kalkıp hoş göreceksin, öyle mi?
(BİZDEN: Şurasını hiç unutmayalım ki, "Allah tarafından son verilen dinler!" derken, mer'iyyetden kaldırılan hükümlerinin bir kısmı neshedilen şeriatlardır. Son Şeriat gelince o Haqq olan geçmiş peygamberlerin şeriatlarıdır. Yoksa bütün peygamberlerin tebliğ buyurduğu bir tek din vardır ve adı da İslâmiyet'dir. Cenâb-ı Haqq Yehûdiyyet ve Nasrâniyyet gibi dinler içün "kaldırdım!" buyurmuyor, onları bâtıl olarak ve insan uydurmalarının karıştığı dalâlet yolları olarak kat'iyyen yasaklıyor. Tabii bu arada İslamiyyet dışındaki topyekun dinleri de... Kamalizm, dembokrasi, budizm, şamanizm, zerdüşlük, faşizm, v.s. gibi bütün beşerî dinleri de... Bir müslüman "Lâ ilâhe..." dediği zaman bunların topundan da mutlak ma'nâda uzak olduğunu, onlarla hiçbir alâkasının olamayacağını beyân buyurmuş olmaktadır...)

Bu kadar çelişki olur mu?
Hadi insani ilişkileri anladık, yersin içersin, alışveriş yaparsın ama müsaade edin İslamiyet kendi kuralları içerisinde kalsın.
İftar sonrası dua yapılacak, e kimin duası olsun?
Papazın mı, hahamın mı, imamın mı?
Hoşgörü maydanozu kapsamında üçünü karıştırıp macun yapalım mı?!.
Bu tablolar göründüğü kadar masum değil, birileri İslam anlayışını din bazına çekerek Müslümanları asimile etmek peşinde.
Hani şu “Dinler Arası Diyalog” projesi vardı ya, ta kendisi.
Demek isteniyor ki o da din o da din...
Birçok genç din olayına bu havadan bakıyor, fark etmez diyebiliyorlar.

BİZDEN: Azizim farketmez, çünki üçünün cübbelisi de nasıl olsa haqq din içün çalışıyormuş! Hangisinin eteğine sarılırsan doğru cennete gidiliyormuş! Hatta vize gibi şeylere pasaport kontroluna bile lüzum yoğimiş! Mardin'de Nasıriyye Medresesi avlusunda kıçı kırık bir salaş köprü yapıp üzerinden üç dinin adamlarını geçirmediler mi? Bu köprünün "sırat köprüsü" olduğunu temsilî olarak dünyaya ilan etmediler mi?. Demek istediler ki bu üç din adamı veya din herifinden hangisinin peşine takılırsanız hiç farketmez, doğru cennete gidersiniz, yolunuzu şaşırmadan, yol kaybetmeden bu kılavuzların (kargaların değil) peşine takılın ve burnunuzu da garantiye almış olun! Bu mesaj verilmedi mi? 


Aslına bakarsanız bu sinsi oyunun altında özellikle Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi yatıyor. Öyle ya, bu Esad denilen diktatör yeni değil.
Baas (Hizbul-Ba’ath) yılların partisi ve de İngiliz dış politikasının bir eseri.
Ne olmuş ne bitmiş ki durduk yerde Müslümanlar sıra ile yönetimlere karşı ayaklandılar? Bu ayaklanmanın bir zamanlaması olduğunu her seferinde söyledim.
Yine söylüyorum.
Şüphesiz dikta yönetimlere karşı “hak söz” söylemek Müslüman’a cihat kadar farzdır, ne var ki olaylar dış görünüşü bakımından öyle görünse de aslında öyle değildir.
Ayaklandıran dış güçler, ayaklanmayı kontrol eden yine onlar, yarın yeni bir yönetim kurulacaksa onların kollama ve kayırmasında olacaktır...
Gömlek değiştiriyorlar, eski gömlekler müzeye.
Bizdeki Ergenekon ekibini de aynı şartlarda düşünebilirsiniz.
Önce kullandılar, sonra da durduk yerde faka bastırdılar...
Olaylara Obama’nın Ortadoğu politikası açısından da bakabiliriz.
Bush döneminde önce Irak, sonra da Suriye işgal edilmeyecek miydi?
Irak işgali, görüyoruz ki iyi bir sonuç vermedi.
Afganistan keza ABD ile müttefikleri için bir bataklık.
Girdiler, çıkamıyorlar.
Suriye olayı işgallerle yeni bir boyut kazandı.
Deneyler sonucu doğrudan işgal değil de, dolaylı işgal, kendini kendine vurdurarak.
Bugünkü olaylar Bush projesinin devamı.
Türkiye bu denklemde aktif aktör olarak öne sürülüyor.
Aslında bizim başımızda PKK denilen bela var.

BİZDEN: Bizim başımızda dememeliydiniz! Onların başında! 1923'den beri kürtlere bir sürü işkence tatbik ederek onları azdıran Ankara cenahının başında bu belâ! Neden (bizim) başımızda olsun? Müslümanın idaresi mi vardı ki, kürtü kürtçülüğe, türkü türkçülüğe itmiş olsun da sonunda başına PKK belasını sarmış olsun! Buna asla iştirak edemeyiz!

Elimizden geliyorsa önce bu belayı defetmemiz lazım.
Dış güçler bir yandan başımızdaki terörü desteklerken, diğer yandan Birleşmiş Milletler adı altıda Suriye’ye müdahalede bizi öne sürüyor.
(BİZDEN: Muharrir arkadaş işte iki yerde bizim görüşümüzde değil. İkincisi de bu. (BİZ) derken acaba hüviyeti (kimliği) nedir? İslam ise, içinde bulundukları da müslüman mı? Toplum, hükûmet, devlet olarak ne? Cemi' mütekellim sigası bir mensûbiyyet ortaya koyar ve insanın hangi dine (millete) mensub olduğunu ta'yin eder... BİZ'im herşeyimiz İslâmiyyet ise, o zaman (biz) dediklerimiz de öyle mi? Mensubiyet çizgisi net olarak ortada durmazsa, biz de ona buna "maydanoz!" olmuş olmaz mıyız?.. Emekli hakim de olan muharrir arkadaşımızın bunlar gözünden kaçmamalıydı!)

Bu demektir ki itle dalaşmak yerine çalıyı dolaşıyorlar.
Sonuçta ortaya çıkacak tablo Ortadoğu Projesi(sömürü projesi)...
Kur’an’dan uzaklaştırılmış Ilımlı İslam!..

15 Ağustos 2011 Pazartesi

“Hacıbayram Camii'nde Vahim Bir Bid'at”

Şevket Eygi Bey’in 15.8.11’de Ramazan-ı Şerîf’in ortalarındaki yazısının başlığı bu… Okuyalım:

“-Çağımızın büyük Ehl-i Sünnet âlimi dersiâm Erzurumlu (Merhum denmeliydi) Ömer Nasuhi Bilmen hocaefendi Büyük İslam İlmihali adlı çok faydalı ve değerli eserinde şöyle diyor:

"İmamın arkasında önce erkekler. Sonra erkek çocuklar, daha sonra kadınlar saf bağlar. Erkeklerin bu sıraya uyması sünnettir, kadınların (bu sıraya ) uyması ise farzdır."

“Ankara Hacıbayram Camii'nde yatsı namazında caminin içine erkeklerin sokulmamasının, imamın arkasına kadınların yerleştirilmesinin fıkha aykırı vahim bir bid'at ve zorlama olduğunda hiç şüphe yoktur.

Niçin böyle bir uygulama yapılmıştır?

Niçin camideki kadın sayısını çoğaltmak için dışarıdan kadınlar taşınmıştır?

Böyle bir uygulamanın asıl ana sebebi nedir?

26 Şubat 2008 tarihinde BBC News'de yayınlanan "Turkey in radical revision of Islamic texts" (yazarı: Robert Pigott), adlı yazıda, Türkiye'de, 1400 yıllık İslam tarihinde görülmemiş bir dinde reform yapılmak istendiği yazılmıştır.”

Sâbık DİB reisi Yardakoğlu veznindeki Bardakoğlu, apaçık “revizyonistiz!” demişdi… Sinsi reformistliklerini bu kelime ile örtüyordu! Ateist (kamalist) Türklerden Prof. Mümtaz Soysal, Türkiye AB kpk eş başkanı Hollandalı Lagendijk’e 2 sene evvel televizyondan şöyle gürlüyordu, kelime ve noktasına kadar:

“-Diyanet İş. Baş’lığı, dinin, cumhuriyet ilkelerine uygun olmasını sağlayan bir kurumdur!”

Anınçün DİB denen yerin müslümanlar nezdindeki yeri keenlemyekündür; ve böyle olmak zorundadır… Bu da, kendileri pişirip kendileri yemeleri içün!

DİB denen yer müslümanların mihraplarına imam tayin edemez, Ramazan ve Bayram ilan edemez, İslâm ile alâkalı fetvâ (!) aslâ veremez, sadaka-yı fıtır şöyledir diyemez, her ne der ve yaparsa İslâmiyyet ona aslâ i’tibar etmez, bunların topu da şer’an mu’teber olamaz! Evvelâ bu noktanın şuuruna varmak şart. Aksi halde, müslümanları 87 senedir oynatdıkları yetmez gibi, bundan sonra da şebek gibi zıplatmaya devam ederler…

“Laikim, dembokratiğim!” diyen bir devletde DİB diye bir yerin olması ve müslümanların din işlerine bakıyorum diye câmileri gasbetmesi îmâna ve akla zarar bir zulüm ve iğrenç bir rezâletdir, o kadar… Ona, beşerî irâdeyi Allâh Azze’nin irâdesi üstüne metbû’ olarak dikme salâhiyyetini veren kim?. Hangi devlet “dînin (vahyin) hudûdunu bir dâiresi ile tahdîd etmeye kıyâm ederse!” bu kat’iyyen merdutdur…

“Ülkemizdeki Sünnî İslam, ABD ve Feminizm normlarına göre biçimlendirilmek istenmektedir.

Diyanet Sünnî bir kurum olmaktan çıkartılıp Fazlurrahman mezhebine göre ayarlanmak istenmektedir.”

Yani Şevket Bey’e göre daha “sünnilikden çıkartılmamış ve o sapığın mezhebine göre ayarlanmamış da, bundan sonra ayarlanacak, öyle mi?!” Ne diyelim bu da bir görüş!

Biz o DİB denen yerin 87 yıldır binbir nâneye göre (ayarlandığını) Üstad Necib Fâzıl Bey Merhûm’un yazılarından çok iyi öğrenmiş ve (Denaet) kelimesinin de neresi içün kullanıldığını pek âlâ bilir olmuş idik efendim! Kamalist Soysal bile DİB denen yerin nereye göre ayarlandığını ne güzel söylemişdi… Geç kalmadan (ayarları) iyi görmeliyiz…

“1930'lu yıllarda ülkemizde Arapça asıl Kur'an-ı Kerimin yerine Türkçesinin konulması yolunda bazı tecrübeler yaşanmıştı.”

Türkçesi aslâ olmayan ve olamayacak ve olması muhal olan bir Kitab’ın yerine, Türkçesinin konulmasından bahsedilemez! Bu muhal, mümteni’ ve müstahildir…

Şöyle denilirse olur: “Kur’an-ı Mübîn yasaklanarak, yerine, uydurma Türkçe “kutsal ve mutsal!” bir kitab konulmak içün bazı tecrübeler yaşanmışdı!”

Çünki Elmalılı Merhum’a kadar 15 asırdır bütün Ehl-i Sünnet ulemâsı “Türkçe Kur’an kabûl etmenin küfür olduğunu!” beyan buyuruyor… Öyle ya Cenâb-ı Hakk “Biz Kur’an’ı Arabî indirdik!” buyururken, ukalâ ve kabadayı kullarının Hakk’ı tekzîb edercesine kudurarak “biz de Türkçesini indirir veya çıkarırız!” demeleri, nasıl bir müşriklikse! İşte öyle bir şey…

Hattâ o zaman Mısır'da bulunan ve T.C. tarafından kendisine bir Kur'an tercümesi ısmarlanmış bulunan merhum Mehmed Akif, tercüme metninin göndermemiş, dostu İhsan efendiye emanet etmiş, ben ölünce yakarsın diye vaziyet etmiştir. Nitekim ölümünden sonra yakılmıştır.

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi Merhum’u Kâhire’de oldukları zaman dinlemez de, bir adam şâir kafasıyla burnunun doğrultusuna giderse, olacağı budur! Yanıp yıkılmak veya yakıp yıkmak v.s.! Efgânî-Abduhçuluk rezâleti onun nice noktada ayağının kaymasına sebeb oldu! Üç halifeyi Safahat’ında zikreder, medheder, Hz. Ömer’in eski hâli içün “zıpır!” der, Hz. Ali’yi ikinci olarak zikreder, Hz. Ömer’i 3. Olarak ele alır… Ammâ ve lâkin 3. Halife-i müslimîn “Zinnûreyn” Hazret-i Osman Radıyallâhu anh Efendimiz Hazretlerini ara ki bulasın! Yok, yok, yok! Alıp veremediği neyse?

Şimdiki salaklara da bir (emevî) düşmanlığı bulaşmış ki, şii mollalarına bayram! Zamâne müctehidlerinden Haltettin ile vahyin penceresinden dikizleyenlere kadar nice soytarıda Hazret-i Muaviye düşmanlığı… Bu, asl inkârının, salaklığın ve sapıklığın alâmet-i fârıkası oldu…

Hayâsı sıfır olanlar, “hayâ ve iffet âbidesi” 3. Halîfeyi nasıl anlayabilirler ki?

“Din konusunda Kemalizm devri reform hareketleri hortlatılmıştır.

Koskoca cami... Yatsı ve teravih namazında erkekler içeriye sokulmuyor, onlara siz avluda kılın deniliyor... Caminin içine, imamın arkasında kadınlar dolduruluyor. Mevcut kadın cemaat yeterli olmadığı için dışarıdan taşınıyor...”

Dembokrasinin seçim ve miting rezâletlerinde bindirilmiş kıt’alar olur da, DİB’in Ramazâniyelikleri arasında “terâvih mitingleri!” niçün olmasın! Hoşgörü-Diyalog devri bu, lâle devri değil! Hoşgör karındâşım, saçları “hörgüçsel”, gövde münhanileri “mankensel ve modasal!” Ramazâniyelik bayâniyyeler, imam denen DİB’in Ramazâniyelik mihrab gediklilerine iyice yaklaşsınlar ki, ortak paydaları olan Ramazâniyyelikde birleşib yakîn hâsıl edeler! Fırsat bu fırsat, dem bu dem, 11 ay hasret çekeler!

“Siz bir Müslüman olarak böyle bir uygulamayı normal mi görüyorsunuz?

"Kadınlar rahat etsinler diye böyle yaptık" açıklamalarını samimî mi buluyorsunuz?”

Hâşâ ve kellâ! Ne normal ve ne de samîmi! “Revizyonistçe ve Yardakoğlugiller familyalarına tam yakışan!” cinsden görüyoruz ve dahî buluyoruz!

“Ankara Hacıbayram cami-i şerifi çok eski ve tarihi bir mâbedimizdir.

Avlusunda evliyaullahtan Hacıbayram veli hazretlerinin türbesi vardır.

Sanırım o camide böyle bid'atler çıkartıp uygulayanlar uyarılacaktır.

İnşaallah mânevî tokatlar şefkatli olur.”

Birâder, şefkati haketmiyene de şefkat mi olur!? Hem samîmi değiller de, hem de cezâsının (şefkatli) olmasını temennî eyle! Bu adamlar (hayır herifler) bunları İslamiyyet’i ortadan kaldırmak, kabuklu AB takımlarına yaranmak, feminist cumhûriyet bayâniyyeleriyle aradan su sızdırmamak içün yapıyorlar, daha ne desek bilmem ki!

*(İkinci yazı)

“Müslümanların Sekülerleşmesi

On milyonlarca Müslüman halk çok kötü şekilde sekülerleşti, yani dinden uzaklaştı.

Sekülerleşenler içinde beş vakit namaz kılanlar bile var.

Müslümana soruluyor, "bu gün ayın kaçı?". Miladî Efrencî tarihi veriyor. Hicrî İslamî takvimden haberi yok.”

Olsa ne yazar? Zarûrât-ı dîniyyeyi her gün inkâr eden hatta onda şekk ve şübhe eden adamlar takvimden anlasa ve Kandilli’nin kabirde kalmış Fatin Hocası kadar rasat-masat işlerinde mütehassıs olsa, neye fâidesi var? Fatin Hoca bile hesab yanlışı yapdı, hâlâ onu değiştiremedi bu allı, şanlı ve cennetlik ümmet! Hilâle bakmak içün yüzleri kalmadı ki pişmiş kellelerini gökyüzüne çevireler! Herkesin gözü kalsiyum karbonatlı duvardaki takvimde! Millet, oklava yutmuş gibi kellesini gökyüzüne çeviremez olmuş! Kime ne anlatacağız? Halbuki Elmalılı ve Şeyhülislâm Hazerâtına kadar 15 asrın ulemâsı, Hilâl’e göre oruç ve bayram yapmanın zarûrât-ı dîniyyeden olduğunu apaçık müşriklere ilan etmişler! Amma ve lâkin ne onlar bunu duyuyor ne de müslümanım diyenler! Ben oruç tutdum oldu hikâyesi! Şeriatsız oruç… Gerçi pek de farketmez hani! Okyanus Ötesine göre bu da “idârî işlerden!” yani devlet adamlarının idarî işi! Dinin %2’si içinde! Müslümanlar %98’i nasıl olsa yaşamakda! Gam çekme, hoşgör karındâşım hoşşşşşş!

“Müslümana saati soruyorsunuz, vasatî alafranga saati söylüyor; ezanî alaturka saatten haberi yok.

Bundan elli altmış sene önce herkes başı örtülü olarak namaz takkesiyle namaz kılardı, şimdi bu sünnete ve edebe riayet edenler çok azaldı.”

Baş açık namaz kılmak ma’lûm erkeklere mekruh. Eğer (Çıplak Uyarıcı) Kaşar Bey’in veya Horoz Kurban ve porno kaset Zekeriya’nın fetvaları da bir tutarsa, takkeymiş arakçınmış bunları gözümüz bile görmez! Çıplak uyarıcıların dedikleri gibi namazlara başlayanlar olursa, câmilerin içi peştemalsız kadınlar hamamına bile dönebilir! Açık saçık namaz kılma veya yat-kalk yapma fetvâları da var sırada! Gidiş de oraya gibi… Receb Bey’in devr-i saltanatlarında (hoşgörü-diyalog) fitne ve ihâneti tavan yapmaya doğru dümen kırdı zaten!

“Alafranga seküler Müslümanlar devrinde yaşıyoruz.

Müslüman hanımların çoğu başlarına bir bez örtmekle her şeyi yapabileceklerini zannediyorlar.

Müslümanların çoğu Sultan Abdulhamid'i seviyorlar, ona hayır dua ediyorlar lakin Sultan Abdulhamid bizim halimizi görse çok üzülür, çok şaşar, çok öfkelenirdi.”

Müslüman geçinenler evet çok seviyorlar (!) ama, bugün Merhûm Sultânımız sağ olsalardı, “hilafet zamanı geçdi, şimdi dembokrasi zamanı, seni gidi mürteci!” diye de olmadık nâneler yerlerdi! Hele Okyanus ötesi “artık dembokrasiden dönülemez!” diye fetvâlar bile verirken… Cennetmekân iyiki bu günleri görmedi. Yoksa “hoşgörü-diyalog” dîn-i vatikâniyyesinin rûhânîleri, râhip ve kardinalleri eline düşer ve Şevketlû zât-ı devletlerini yahudi Karasso’dan bin beter acıtarak hal’ ederlerdi!

“Müslüman kadın ve kızlar nâ-mahrem erkeklerle çok laubali, çok serbest şekilde konuşup gülüşüp sohbet ediyorlar. İslam dini ve şeriatı böyle bir şeyi kabul etmez.”

Hadi bu şıkıdımlar, avâm-ı nâsdan ayak takımı diyelim… Şevket Bey’in “Ehl-i Sünnet âlimi adam!” dediği ve gazetesinden köşe arkadaşı E. Sıfil efendi bile, hem modernizme bindiriyor, hem de Ramazan gecelerinde NET TV’nin (Hilal Kaplan) bayâniyye bacısı ile göz göze, şen şakrak, güle oynaya programlar yapıp bizleri irşâd eyliyor!

(11 Ağustos Ramazan akşamı dinî ve çok ilmî entel sohbet ve ziyafetlerine diyecek yokdu hani!) Gözlerinizi, nâmahrem bayâniyyelere ve heriflere bakmayın indirin emri veren, Nur 30. Âyet bile artık işlemez oldu…

Pekiy, Şeriat onu değil de, bunu kabul ediyor mu?

Ne var bunda diyen münkir olur, “haramdır ama milyonların gözü önünde yapıyorum!” diyen ise “fâsık-ı mütecâhir!”

Tesettürlü (hörgüçlü) bayâniyyelerimizle sakâliyyeli (havâcelerimiz) hocalarımız (!) göz göze program eyleyüb dinimizi müdafaa ediyorlar ya, deme gitsin! Hulâsa, hoşgörü ve modernizma pisliğinin bulaşmadığı yer kalmadı… Bu günün havâceleri ve mücâhideleri de bu güne göre “dizayyyynnnnn!” edilmiş, tanzîmden geçmiş zâhir!

Allâh’dan ki, bunlar, (çıplak uyarıcı) Kaşar Nârî Bey’in ateist Berna’nın kahkahalar atarak idâre etdiği tv programlarında “oruçlu bir herifin yatak odasında haremi ile ortak oruç açma hayâsızlıklarına” dalmıyorlar! Lâkin dünyanın gözü önünde erli-dişili geyik mahabbeti bir kere başladı mı, nerelere rota kırar ve nerelere sürtünür pek de belli olmaz ya! Zamâne havâceleri işini bilir arkadaş!

“Gitdi dünyâ merd elinden, kaldı nâmerd ortada,

Buna devr-i i..e derler her şey yazar hartada!”

“Birkaç sene önce bir tesettür defilesi yapılmıştı. Bir hafta önce bilmem ne trikonun mayolarını teşhir eden mankenlere sözde tesettür elbiseleri giydirmişler, cehennemî bir musiki ile podyumda rap rap, tak tak yürütüyorlardı. Yüzden fazla elbise teşhir edildi, bunların içinde bir tek geleneksel İslamî kıyafet yoktu. Eşarp, tunik, pantolon, pardösü, tayyör...

Yahu böyle İslamî tesettür olur mu?”

Bal gibi olur! Lâle devrinde değiliz, “hoşgörü-diyalog devrindeyiz” karındaş! Şükret ki podyuma “islâmî bikini” modasını tanıtmak içün çıkmıyorlar!

“Japonlar hâlâ yer sofralarında yemek yer, yer yataklarında yatar, biz ise bu konuda Avrupâîleşmişiz.

Çocukluğumda, gençliğimde yakın zamanlara kadar Müslüman bir eve misafir gittiğimiz zaman evin hanımları görünmezlerdi. Çay ve kahve mi verecekler, kapıyı tıklatırlardı, evin beyi yahut delikanlı oğlu gider, tepsiyi alır, kendisi dağıtırdı. Şimdi yine böyle Müslüman evleri var ama sayıları çok azaldı.”

Birâder evlerde zevce kalmadı ki kapıyı tıklatacak hatun kalsın, hepsi sokakda! Akşam oldu mu, hepsi yorgun argın yerlerinden kalkacak halleri kalmıyor! Evdekileri de DİB, Hacı Bayram Câmiine çekip gene evler boşalıyor, o zaman eve misafir geldi mi, merak itmiyesüz gene “evin hanımları misafire görünmüyor!!!”

Anlıyacağınız, öyle veya böyle, her hâl ü kârda evler bayâniyye müslimelerimizden hâlî efendim!

“Sokaklarda tesettürlü genç hanımlar görüyorum. Ellerinde bir dondurma külahı, şap şap yalaya yalaya yürüyorlar. Böyle bir şey Sultan Abdulhamid zamanında olsaydı kadınlara bir şey yapmazlardı ama onların velilerini (kocalarını, babalarını) zaptiye nezareti vasıtasıyla ta'zîr ederlerdi.”

Haa şimdi “velâyet hakkı!” diye bir şey duyan ve bilen kaldıysa buna da şükür! Kadın-erkek eşitliği devrindeyiz! Hakk ve vazîfeler devri çokdaaan evin penceresinden fırlatılıp atıldı! Şimdi “âile reisi!” diye de bir mefhum kalmadı! One minut çekişiyle meşhur Sadr-ı a’zamımız Receb Paşa Hazretlerinin iktidâr-ı seniyyelerinde “âilelerimiz başsız!” Buna siz isterseniz Çanakkale’de şehid olan ecdâdımızın (başsız-babasız-velîsiz-reissiz) kalan yetim hâneleri gözüyle de bakabilirsiniz! Lâ teşbih ve lâ temsil efendim! Ta’zîr cezâsının yerine ise “yargısız infaz!” deyû bir “uygarlık ve çağdaşlık!” nesnesi oturtulalı beri, o kurban olunası “ta’zirlere” ne kadar hasret çeksek az! Köylüye gâita yediren bir devirde yaşayanlara, o ta’zir cezaları bir şey anlatır mı dersiniz? Vahşet içre yaşayan vahşilere siz nelerden bahsedersiniz bre!

“Şehir terbiye ve görgüsüne sahip, medenî, mürüvvetli Müslümanlar sokaklarda, çarşılarda, pazarlarda açıkta bir şey yiyip içmezler, bu çirkin adet bize Batı'dan gelmiştir.

Eski Müslümanlar çarşıdan, pazardan, kasaptan pahalı bir yiyecek maddesi satın aldıklarında bunu kapalı hasır zembillerle eve götürürlerdi, alamayanları ezmemek ve üzmemek için...

Türkiye'deki Müslüman erkeklerin çok büyük bir kısmının kılık ve kıyafetleri tamamen Avrupâîdir. Sokakta yürüyen bir insanın Müslüman olup olmadığını ancak keşif ve keramet sahipleri anlayabilir.

Müslümanlar için yakasız gömlekler, istanbulinler yapılsa ne iyi olur. Kışın kürklü kalpaklar, Müslüman bereleri modası çıkartılsa...”

Batası “moda!”, Şevket beyin kalemine yakışıyor mu? Müslüman “modaya” göre mi urba giyecek, yoksa şahsiyetini, hüviyetini ortaya koyacak şer’î hükümlere göre mi? Dediği şeylerin menşei İslam mı yoksa o pislik Batı mı? Kafaları karıştırmayalım, ölçüyü kaybetmiyelim… İslâmî diskotek ne kadar olursa, islâmî moda da o kadar olur!

“Sultan ikinci Mahmud zamanında Avrupa kıyafeti alındı ama şapka kabul edilmedi. Fes, Osmanlılığı temsil ediyordu. Gayr-i Müslim Osmanlılar bile militan küfrü temsil eden şapkayı giyemezlerdi. Devlet-i Osmaniye'nin son zamanlarında İstanbullu Rum avukat Yorğaki Efiminiyadis şapka giydiği iddiasıyla barodan atılmıştır.

Cumhuriyet ilan edilince İstanbul'daki Avrupa hayranı birkaç mürted şapka giydiler, polis onları yakaladı. Durumu Ankara'ya bildirdiler, "onlara bir şey yapmayın, zaten biz bu meseleyi kökünden halledeceğiz" cevabı geldi. (O zamanın emniyet müdürü Hüsamettin Ertürk'ün hatıralarında yazılıdır.)

Müslümanları sekülerleşme erozyonundan koruyup kurtaracak, yeniden İslam kültürüne kazandıracak seferberliği hangi şahıslar, hangi zümreler, hangi cemaatler başlatacaktır?”

İskilipli Merhum, Merhume Şalcı Bacı, Kemahlı Hoca Merhum ve niceleri, şapkaya muhâlefetden ipe çekildiler… Sekülerleşme erozyonundan kurtulmayı (îmân-ı şer’î sâhibi) olanlar başlatır ve lokomatif olurlar. Ancak bu işe sakın (moda) denen pisliği karıştırmayalım. Onun adı da gavur, kendisi de gavur! O “imâna” gelmez! Kalbler îmâna kavuşursa, o zaman zaten gövdeler de ne giyip ne giymeyeceğine hâliyle kavuşacakdır! Buhrân kalblerden çıkmadıkça, kalıplar sarık cübbe, çarşaf şalvar giyse ne yazar! Cübbeli-şalvarlı nice soytarı, tv’lerde uçkur ve parti edebiyatıyla birşeyleri halt ederek milleti güldürüp Dümbüllü’ye rahmet okutmuyor mu? “Elmalılı tefsirini Kamal Paşa cebinden para vererek yazdırdı!” yalanı ve uydurmasıyla oraya buraya yalakalık ve yardakçılık yapmanın bini bir paradan satışda! Üstad Necib Fâzıl Bey Merhûm’un “ham softa kaba yobaz!” dediği ve içimize çöreklenmiş heriflerden bu ümmetin çektiğini, vatikan gavurları gibi dışdaki ve apaçık ortadaki Şeriat düşmanları çektirmedi!

“Ne günlere kaldık ey, gâzî hünkâr!”